18 Haziran 2012 Pazartesi

YARASANIN LİSANI

Bir Amerika’lı profesörün Türklerle ilgili şöyle bir tespiti var, diyor ki:
Türkler bir sorunu halletmek istemedikleri zaman o sorun hakkında konuşmaya başlar!
Fena halde katılıyor hatta hızımı alamayıp ilave ediyorum:
Bir şeyi mahvetmek istediklerinde de o şeyi korumaktan bahsetmeye başlıyorlar!

Düşünülürse “korumak lazım, korumalı tabi” diye diye ne çok şeyi mahvettiğimize dair örnekler bulunabilir.
Konumuz da Türkçe…

Lisan korunulması lazım gelen müzelik bir tarihi eser değildir…bilakis kullanılan, çok kullanılan, en çok kullanılan bir şeydir. Bir badana ustasının fırçasından, bir motor ustasının anahtar takımından daha fazla kullandığı bir aracı var ise o da lisanıdır…bu yüzden en mühim araçtır lisan.
Yani “ata yadigarıdır” diyerek müzeye kaldırıp cam fanuslar arkasında saklayamayız çünkü bize her gün lazım, her an lazımdır. Dilini hiç bilmediğiniz bir ülkede cebinizde paranız olsa bile “bana bir ekmek ver” diyemez de açlıktan ölürsünüz! (Abartıyorum evet)

Hal böyle iken Türkçe hakkında konuşurken korumaktan değil de düzgün kullanmaktan bahsedebiliriz ancak.
Kullanılan şey canlı sayılır, dış etkilere açıktır, değişimler geçirmesi normaldir...ve milliyetçi tutumlar devamlılığına darbe vurur!

Bir kelimenin canlılığı yaygınlığındadır. O kelime yüksek oranda biliniyorsa yüksek oranda kullanılıyordur… ve yüksek oranda da canlıdır. Kelimelere can vermek ve canlarını almak insanoğlunun elindedir ancak bu bu can verme-alma işi zaman alan bir süreçtir…ve lisan için en önemli unsur devamlılıktır zira aktarma görevi vardır, seneler sonrasına aktarma….

Yakın bir tarihte, kullandığımız öz lisanımızı faşizan yaklaşımlarla ameliyatlara uğrattık. “Bu kelime Türkçe değil de Arapçadır, Farsçadır.” şeklinde “sorun”lar tanımlayarak o kelimelerin yerine “öztürkçe” olduğunu iddia ettiğimiz kelimeler koyduk. Bir çok yaygın kelimenin canını aldık, henüz uydurulmuş bir çok kelimeye de can vermeye çabaladık. Bir çok can verme çabası olumsuzlukla sonuçlandı ama bir çoğu da gerçekten canlandı…ve sonra…
Sonra da İngilizce, Fransızca kelimelerle şişirdik “güzel Türkçemiz”i!
Nasıl bir perhiz nasıl lahana turşusudur bu! Sorun meğer dilde yabancı kaynaklı kelimelerin olması değil de o yabancı kaynakların batı kaynakları olmamasıymış! Bu tiyatronun sebebi bizim şu büyük aşağılık kompleksimizmiş meğer!..

Sonuç 1 : Su an kullandığımız Türkçe’de de  bir çok kelime ve ek hala Arapça ve Farsçadır, dilimize derinden işlemiş bu kelimeleri çıkartmaya kalksak derdimizi anlatacak kadar bile konuşamayız,
Sonuç 2 : Öztürkçe diyerek dile sokuşturduğumuz kelimelerin ve eklerin büyük kısmı batı dillerinden apartmadır,
Sonuç 3 : Tuhaf, kontrolsüz ve saçma bir şekilde batı kaynaklı kelime akını devam etmektedir. (Radyoda salağın biri “çok emoşınıl bir durum.” derken ben o radyoyu dinliyordum!)

Neticede artık “iptidai” derseniz Türkçe konuşmaya davet edilirsiniz, “ilkel” derseniz ses çıkmaz, “primitif” derseniz entel görülüp hürmet görürsünüz…öyle prematüre bir ruh işte şu sıralar taşıdığımız “ortak milli ruh”

Madem kelimelerin kökeniyle çok da meşgul değilim, madem bu konuda milliyetçilik yapılmasını uygunsuz buluyorum…o halde dile hala girmekte olan batılı kelimelere gıcıklığım neden? Yoksa ben bir riyakar mıyım? Ya da Osmanlıcı bir gerici?

Üst satırları okuyan bir çok kişinin bana bu etiketi kolaylıkla yapıştıracağını biliyorum…ama kazın ayağı öyle değil! Kelimelerin milliyeti gerçekten çok önemli değil (“önemsiz” demedim, “çok önemli değil” dedim) asıl önemli olan devamlılıktır, aktarımdır.
Asıl yazı şimdi başlıyor…


Konuşurken “muayyen, fail” kelimelerini kullanırsanız size derler ki “Türkçe konuş ne dediğini anlamıyorum!” Aynı kişiye “muayyen gün, faili meçhul” derseniz itirazı olmaz ama… kendisi bile kullanır hatta bu tamlamaları. Derdi ne o zaman? Neden rahatsız oluyor?
Cevap sorunun içinde saklı…o kişi zaten rahatsızdır, siz sadece rahatsızlığını gündeme getirmişsinizdir o kadar.

Bu “eski” kelimelerin anlamlarını bilmeden tv seyretmek, orada burada konuşmak mümkündür ama 30 sene önce yazılmış bir kitabı anlamaktan acizdir bu” Türkçe konuş” diyen kişi!

Konunun Osmanlıcı, cumhuriyetçi, laik, anti laik, dinci, liberal olmakla hiç ilgisi yok, 30 sene önce 50 sene önce yazılmış o kitapları yazanlar çok çeşitli dünya görüşlerine sahiptiler. Birisi de Atatürk mesela… “Gençliğe hitabe” her yerde asılıdır da…okuyup anlayan kaç kişidir? “Nutuk”u da anlayamaz bu eski kelimelere “müzelik, artık işe yaramaz” muamelesi yapan kişi…en Atatürk’çü sensin, en cumhuriyetçi sensin, Atatürk’ü en çok sen sever Atatürke en yüksek sesle sen tezahürat yaparsın… sen cumhuriyeti Atatürk’ten emanet almış o genç nesilsin….ama Atatürk’ün ne dediğini anlamaktan acizsin:) Hadi leyn!
Tabi ki sadece Atatürk değil, bir çok fikir adamı, kitap yazarı yaşadı geçti şu yaşadığımız topraklar üzerinden, kitaplar bıraktılar bize…okumayalım diye:(

Türkçe konuş anlamıyorum” cümlesinin asıl karşılığı şudur, “Dokunma cehaletime, ışık yakma rahatsız oluyorum…çünkü ben bir yarasayım!”


Suyla işi olmayan birine yüzme bilmek saçma gelir…kendi yüzmediği gibi yüzen birine rastlarsa “la oğlum ördek misin sen, çık gel de adam gibi yürüyelim” der mesela.
Halbuki yüzmek de yüzmeyi bilmek de iyidir. Sırasında hayat kurtarır yüzmek, en kötü ihtimalle spor yapmış olursunuz.  Hem sizin suyla işiniz yok diye suyun da sizle işi olmayacak değil ya, bakarsınız olur bir gün di mi? (Bkz. gemi kazası, boğaz’a arabayla uçma, ayağı kayıp suya düşme vs.)

Ha bir de bu eski kelimeleri kullanınca otomatik olarak Osmanlıcı, muhafazakar, dindar vırt zırt sayılındığı bilindiği için özellikle bu eski kelimeleri kullanmaya gayret eden plastik ruhlar da var tabi de…onları doğrudan geçiyoruz, kendilerine karşı oralı bile değiliz!

Fikir hayatı şartlı reflekslerden ibaret kişilerden bahsediyoruz, skalanın bir tarafında duranla öteki tarafında duranın ne farkı olur ki birbirinden…cehaletin ipiyle birbirine bağlanmış, aynılıkları cehaletlerinde saklı kişilerden bahsediyoruz.

Bu “eski” kelimeleri bilmemekte uzlaşmış yığınların bu bilmemekten hiç rahatsız olmaması da doğaldır…çünkü o “eski” kitapları hiç kimse okumaz! Kimse okumadığı için birinin bilmiyor oluşu sorun yaratmaz. “Annem senin anneni kerhanede görmüş.” demez hiç kimse çünkü kendi anasının orada ne aradığını sorarlar adama…
Bilmiyor olmanın nemli-sıcak kollarında uyuşmuş, uyuya kalmış bir yığından bahsediyoruz… Sorgulamayan, fikir üretmeyen, etiketlerde yaşayan ama itham eden, bildiğinden emin, bağıran, kınayan bir yığın. Cemil Meriç’in “Kitlelerin düşünen bir beyinleri yoktur ama sizi alıp en dibe indiren ya da en tepeye çıkartan binlerce kolu vardır” dediği de tam budur…. ki asla o yığının dışında değilim! Bazen çok temel bir şeyi öğrenip de “bunca zaman bunu nasıl öğrenmemişim” diye utandığım oluyor kendi kendime… ama bu utanma dışarıya karşı olmuyor hiç çünkü yetersiz halim başkalarının yetersizliğinden daha fazla olmadığı için hep “yeterli” muamelesi görüyorum…bu “yeterli sayılma” da benim nemli-sıcak döşeğimdir.





Aklıma nerden geldiyse notu 1 : Yaşadığım bir olayı aktarayım:
“Sıkı eski solcu” bir arkadaşımla şiirsel şiirsel sohbet ediyorduk. (eski zamanlar tabi, şimdi ne şiir kaldı ne solcu, ne de sıkı) Tahmin edileceği üzere divan edebiyatına malum giydirmeleri yaparken, bu şiirin lüzumsuzluğunu anlatırken… Nazım’dan “doğru şiir”e dair örnekler sunuyordu, sordum:
-       Nazım “Akrep gibisin kardeşim”  şiirinde “hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf” derken nereye gönderme yapıyor farkında mısın?
-       Yoo, bir gönderme mi var orada?
-       Evet, Hayali’nin “cihan ara cihan içredir arayı bilmezler,
ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” beytine gönderme var orada, cümlenin “hani şu” diye başlaması boşuna değil, Hayali’nin bahsettiği balıktan bahsediyor Nazım.
Sonrası şok…şok olduğunu saklamayacak kadar dürüst birisi olduğu için şokun şiddetini olduğu gibi hissettim, gerçekten hiç beklemediği bir şeymiş meğer Nazım’ın oturup gazel okuması…ve bana hak verdi, referans Nazım olunca işler değişti elbette, tabi ki okumak-öğrenmek lazım geldiğine dair bir şeyler söyledi, divan edebiyatı da o kadar “boş” olmayabilirmiş vs.
Şaka gibi! Asıl Nazım’ın divan edebiyatından bihaber olması şok edici olurdu bence, düşüncesi bile tuhaf!
Olan şey şuydu: solcu olduğu için Nazım’ı seviyordu, Nazım sevdiği için şiir seviyordu…ve hepsi yalandı aslında:)
ve bu yalanlar silsilesi en başta Nazım’a haksızlıktı çünkü O şiiri gerçekten severdi…ya da şiir onu severdi, bilinmez ki!

Aklıma nerden geldiyse notu 2 : Bir başka “solcu” şairden anekdot:
Attila İlhan kendisine “üstad iyisin hoşsun da neden bu eski kelimeleri kullanıyorsun, anlamıyoruz seni…neden bize gelmiyorsun?” diye soran gençlere “neden ben size geliyormuşum siz bana gelin, oturun öğrenin keratalar”  demiş…geçmiş bir zamanda….gecikmiş bir zamanda ya da…bilinmez ki!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...