4 Haziran 2012 Pazartesi

YARASANIN GÖZ SAĞLIĞI


İnsan bilmediği, bildikleri ile açıklayamadığı, daha önce gördüklerine benzemeyen (yabancı) bir şey görürse ne yapar?
Taş atar :)
 Şaka değil, öyle yapar gerçekten, öyle ki “bu şey bana yabancıdır” manasında “camda görsem taş atarım” derim. Hatırlayanlar hatırlayacaktır,  Ege’de bir köylü  tarlada uzaylı görüp kafasına taş attığı için hayli gündemdeydi bir zamanlar.
Bir şeye sırf yabancı olduğu için şiddet uygulamaktan bahsediyoruz ama “kafasına sopayla vurmak” diyemeyiz, “illa taş atmak” olacak. Neden? Şiddetin şekli önemli mi?
Önemli evet… Taş uzaktan atılır, kafaya sopa indirmek için yakınına gitmek gerekli çünkü…yabancı bir şeye şiddet uzaktan uygulanır yani. Neden? O yabancı şeyden korkulduğu için.

Bu anlattıklarım geyik değil, bir şeyleri anlamak için bu taş atmayı iyi etüd etmek gerek.

İnsan doğasına en uygun davranan, doğasından en az kopmuş olandır yani uygarlaşmamış olandır…mesela Afrika’daki kabile yerlileri.
Bu yerliler ormanda dolaşırken daha önce gördüklerine benzemeyen bir şey görürse (mesela papyonlu-fraklı ya da kravatlı-takım elbiseli bi herif) aklına şunlar geliyor:
-          Ne olduğunu merak ediyorum, öğrenmeliyim,
-          Ben ne olduğunu öğrenmeye çalışırken bana zarar verebilir, öldürebilir hatta, o yüzden önce etkisiz hale getirmeliyim,
-          Onu öldürmeliyim ya da kaçmalıyım, iyisi mi merak etmekten vazgeçeyim ben… (durum sarpa sararsa)
Yani insan doğasına “tehlikesiz olduğundan emin değilsen önce etkisiz hale getir sonra öğren” prensibi kodlanmıştır. Bu onun hayatta kalma itkisinin en temel tezahürlerindendir.

Taşla sopanın farkı burada işte, sopayı kullanmak için yaklaşmanız gerekir ve bu yakınlık onun size zarar vermesini mümkün kılabilir…ama taş süper bir şiddet yöntemidir, bir taraftan etkisiz hale getirme faaliyetleriniz devam ederken diğer taraftan kaçmaya karar verirseniz yarışa bir taş atımı kadar önde başlarsınız…yani aynı anda hem saldırı hem de savunma yaparsınız.
İnsanlık birazcık gelişince taş mızrağa, sopa da kılıca dönüşüyor. Ama çok fazla gelişince mesafelerin çok da önemi kalmıyor ne yazık ki….(Füze falan)
O yüzden filmlerdeki bütün yerliler mızrakla dolaşıyor.
Bu dediklerim tanımlanamayan cisimler (kravatlı adam) için geçerli olduğu gibi tanımlanan ve tehlikeli olduğu bilinen (aslan) varlıklar için de geçerli elbette. (Merak hariç)

“Ne olursa olsun hayatta kal, ne yap ne et hayatta kal” prensibi insan ruhu anayasasının 1. maddesi ama tek maddesi değil! O vazgeçilmez-değiştirilemez maddelerden biri de “merak et” maddesi, illa öğreneceğiz! Ama bu iki madde aslında aynı kökten besleniyor…

İnsan korktuğu, kendisini tedirgin eden şeylerin bir listesini yapsa görülür ki korktukları hep bilmedikleridir…bilinmeyenleri bilinir hale getirmek insanda güven hissi yaratır, hayatına kast edecek bilinmeyenleri bilinir hale getirmenin motorudur merak. (Fal, rüya tabiri, astroloji benzeri şeyler bu sebepten bu kadar ilgi görüyor)
Bilinmeyenleri bilinir hale getirmek kadar önemli bir diğer faaliyet de bildiklerine sahip çıkmak, yani emin olmak!


Bilmek yetmez emin olmak lazım…ve emin olmak teorik bir şeydir, pratiğe uygulamak için yanlışa hürmet etmek gerekir. Bilme sandıklarımız hep  inançtır aslında ve biz belirsizliğin elinde inlemektense inanmayı tercih ederiz, bütün emin olmalarımız körü körüne olmaya mahkumdur. Bütün yargılar birer önyargıdır ve ön yargılarımız hayatta kalmamızı sağlar.


İşte tam bu yüzden “kavga insanla kader arasında değil de insanla kelime arasında”dır. Kelimeler aracılığıyla bölünüp kamplaşırız…kampımızda bizden başka birilerinin bulunması bildiklerimizden emin olma hissini arttırırken karşı kamptakilerin nasıl da feci şekilde yanıldıklarını defalarca defalarca (hep aynı cümlelerle) kendimize ve başkalarına izah ederek imanımızı arttırırız, tazeleriz.

İmanımızı zedeleyecek türden açıklamalar hatta ispatlar düşmanımızdır ve yalandır! Bizim gibi düşünmeyen de aptaldır ki bizim aptal olmamamızın ispatı başkalarının aptal oluşudur, yani aptal olmamak için aptallara ihtiyacımız hep vardır. (Ya da “aptal” diyeceğimiz birilerine)

Rencide olur dide-i huffaş ziyadan. (Rencide olur dide-i huffaş Ziya’dan)
(Tevriye yani çift anlam var, ilk anlam “yarasanın gözü ışıktan rahatsız olur” iken öteki anlam “benim açığa vurduğum bir takım gerçekler, benim aklımın aydınlığı birilerini rahatsız ediyor” şeklindedir, şairin adının Ziya olması ve “ziya”nın “ışık” anlamına geliyor olması bu anlam çiftliğini sağlıyor, Ziya derken Ziya Paşa yani…tabi ki Ziya Paşa’nın yarasa olarak nitelediği kişilerin de Ziya Paşa’yı karanlık olmakla hatta vatan haini olmakla suçladığına şüpheniz olmasın.)

Kimin yarasa olduğunu tartışmak lüzumsuz ama yarasanın gözlerinin sağlığının önemi tartışılmaz!

Hepimiz yarasayız ve gözlerimizi rahat ettirmek için ceplerimiz taş dolu! Şiddet en öz sermayelerimizden birisi ve her an kullanmaya hazırız, kullanıyoruz da…şiddet dediğim salt birinin kafasına bir şey indirmek değil elbette bunun psikolojik şiddeti var, duygusal şiddeti var, demagojisi var, yalanı var, ajitasyonu var, inkar var, ortadan kaldırma var, var da var…


(Bu inkar meselesini de kendimizden sakladıklarımız ve başkalarından sakladıklarımız olarak ikiye ayırıp bi güzel deşelemek lazım, inkar çok mühim bir şey…ki inkarın kaynağı da tıpkı korku gibi, şiddet gibi hayatta kalmaktır.)

Ve bu şiddeti hem savunma hem de saldırma amaçlı kullanıyoruz, hayatta kalmak için kullanıyoruz.
Ormandaki bilinmeyen herifin yerini hesaba katmadığımız faktörler almıştır, yanlış bildiklerimizi düzeltecek gerçeklikler almıştır…karanlığımızı aydınlatacak ışık almıştır…ve insan doğasının gerçeğe karşı ilk tepkisi onu taşlamaktır…eğer doğru bildiklerimiz ile çelişiyorsa.

Gözümü acıtan o ışık derhal  sönsün, yoksa taş geliyor!


Not: Burada yazılanlar “gerçek bilim insanları” için geçersizdir çünkü onlar merak etmeyi hayatta kalmanın bile önüne geçirmişlerdir…onlar gözlerini ışığa dikerek acılar içinde görebilmeyi bekleyenlerdir…bu kişiler şüphe ile sevişmeye hüküm giymiş arsız merak edicilerdir, gerçek ne olursa olsun muhakkak öğrenmelidirler. Prof. doç. vs. ünvanlar  umurları değildir, sadece öğrenmek isterler, merak duyguları doz aşımına uğradığı için bir türlü de tatmin olmazlar. İnsan doğaları tahrif olmuş bu gerçek insanlık ışıkları merak içinde ölür hep…

Not 2 :Madam Curie radyum elementini keşfedebilmek için başına gelecekleri bildiği halde, bile isteye radyasyona maruz kaldı ve bu yüzden öldü. Kendisine “bilim şehidi” denir kendisini insanlık için feda ettiği için…bu yanlıştır, o merakını gidermek için maruz kaldı radyasyona, kafasında saplantı halinde bir merak duygusu ile son derece bencil bir tavırla radyasyona maruz kaldı. Gerçek bilim insanları böyledir, merakları canlarından bile kıymetlidir…

Not 3 : Bu “bencillik” dediğim şey bir çok şeyin motoru aslında, buraya sıkıştırmak olmaz, sadece bununla ilgili bir yazı yazmak lazım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...