12 Eylül 2019 Perşembe

15 Nisan 2019 Pazartesi

DROP SHOT


İcaz, az sözle çok şey anlatmak… demek. Şu dünyada pek de nasibim olmayan bir şeydir şu, benim konuşmalarım sadece başlayan cinsten oluyor genelde, bitmiyor.

Eski zaman, tenis dersi almıştım birkaç saat (çok severim), o derslerden aklımda kalan hocanın drop shot ile ilgili söyledikleridir: şimdi size drop shot’ı öğreteceğim. Drop shot yapmayı öğrendikten sonra da yapmamayı öğreneceksiniz.
Drop shot, topa yavaş vurup filenin hemen dibine düşürmeyi amaçlayan tenis vuruşu, şu videoda örnekleri mevcut:
https://www.youtube.com/watch?v=-2Xs2eYiaOo
Lan bu nasıl bir şey ki önce yapmayı sonra tersini öğreniyorsun? Olan şey şu ki; bunu öğrendikten sonra hep bunu yapasın geliyor ama bu çok da iyi bir fikir değil çünkü rakip senin drop shot’ına yetişir de vurursa muhtemelen yakalayamazsın, riskli bir vuruş yani. Öyle normal çat çut güzel güzel oynayacaksın, sadece punduna düşürdüğünde yapacaksın drop shot’ı.
(Pund: elverişli durum)

Yine eski zaman, Bağdat Caddesi’nde yol sormuştum bi taksiciye, kaldırdı kafasını eliyle bişiler saydı, ben “napıyo ki acaba lan” diye bakınırken indirdi kafayı, dedi ki: 7. ışıktan sağa dön.
Ben de dedim ki: tamam :)
Budur yani, şu tarifin öpülecek bir yeri olsa öper miydim? Kesin :)
Eskilerin efradını cami ağyarını mani dedikleri şeyin vücut bulmuş halidir şu, bu ne güzellik taksici? Bana da öğretsene.

Benim olayım bu değil, dünyaya anlamak ve konuşmak için gönderildiğimi düşünüyorum, drop shot’la kazandığım sayıdan fazlasını drop shot'la kaybetmek en öz marifetimdir.
Drop shot’ı konuşmaya benzetiyorum işte ben, onun içindi o tenisli paragraf. Yani neticede faydalı bir şey, yavaşçacık vuruyorsun, rakip yetişemiyor, masrafsız mis gibi sayı…ama ya yetişirse?
Konuşarak elde ettiklerinin fazlasını konuşarak geri vermek… dünyaya çok ait bir şey şu dediğim, çok olması gereken türden bir kader.
Neden olması gereken?

Çünkü insan dünyaya dinlemek ve konuşmak için geldi. Anlamak ve anlatmak, bu yüzden buradayız.
İnsana yakışan huzur veren bir su kenarı yaşaması değildir çünkü huzur şu dünyada bulunması gereken değil bilakis uzak durulması gerekendir.
İnsana en yakışan da ölmeden önce Nietzsche gibi çıldırmaktır.
Değil mi ki öğrenmeye geldik, huzur bize ne gerek?
Biz zaten dünyanın en huzurlu yerini (ana rahmi) terk ederek gelmedik mi buraya, doğmadık mı, kazanmanın bize huzur veren bir hal alması varlığımıza ihanetten başka nedir ki?
Tabi ki kazanmaya itirazım olamaz ancak varlık sebebine aykırı kazanmalara yakınsan… emin ol ki çok yanlış bir yaşama içindesin.

Ben veririm, geri veririm, konuşarak veririm çünkü öyle olması gerekiyor. Ben hep konuştuğum için cezalandırıldım. Kaybettimse, yalana maruz kaldımsa, öz paramdan olduysam, en düşük satışı ben yaptımsa, en yüksek faizi ben ödedimse, yedeklendimse, ötekilendimse, öpüldümse, kırıldımsa, döküldümse öpülmedimse, ıslak kedi gibi kaldımsa… hep konuşarak oldu bunlar,  sükut-u hayalle övür olmamın tarihçesi konuşmalarla doludur, punduna getirmeden yapılmış drop shotlar  tarihi :)
Olan şey kaybetmek gibi görünse de aslında olan kazanmaman gerekeni kazanmamaktır. Kaybetmeyi kazanmamak…gibi bişi işte.

Drop shot gümüşse forehand altın :)

Bi de şu soygazlar meselesi var.
Periyodaki cetvelin en sağındaki 6 adet soylu gaz bunlar (helyum, neon, argon, kripton, ksenon, radon), ötekiler soysuz sanki :p
Bu 6 gaz yörüngelerinde ne fazla ne de eksik... yani ideal sayıda elektron barındırdıkları için ideal gazlar da deniyor bunlara. Mükemmel gazlar da denir. Neymiş mükemmellikleri?
Elektron sayıları ideal olduğu için ne dışarıdan elektron almaya ne de dışarıya elektron vermeye razıdır bunlar, ne Şam’ın şekeri ne de Arap’ın yüzü hesabı, gayet kibirli gayet yavşak gazlardır. Bildiğin yobazlıktır yani soygazlarınki, çok gıcık olurum bunlara ben. 
Periyodik Cetvel’de sağdan ikinci grup vardır bir de, halojenler (flor, klor, iyot, brom,astatin), bunlar tek bir tanecik elektron almayı başarırlarsa tamam oluyorlar, soygaza benziyorlar, o sebepten elektron almaya aşırı heveslidirler. O tek elektronu almayı başarırlarsa da asla geri vermezler, malına çok düşkün pinti gibidirler.
Pinti dedim ama hoş olmadı aslında, aşkı en çok bilen elementler bunlardır çünkü.
Arar arar da bulur o tek elektronu, sonra da ne kimseye verir ne de başka elektrona bakar bunlar, Leylasını bulmuş elementlerdir işte, çok mis gibidirler. Maşallah.
O bana yol tarif eden taksiciye de benzetiyorum ben Halojenler’i, öz, kısa ve netler çünkü, 6. ışıktan değil, 8. ışıktan değil, 7.den döneceksin sağa. İnsana huzur veren bir netlikleri var ve tarifleri kısacık.
(1840’larda Çin’in Batı'nın baskısı karşısında soygaz gibi davranmaya kalkıp perişan olmasıyla Japonya’nın aynı baskıyı Halojen gibi karşılayıp  emperyal güce dönüşmesi de güzel örnek aslında ama mevzuyu örneğe de boğmamak gerek)
Madem Periyodik Cetvel işine bu kadar girdik, geçiş elementlerinden bahsetmeden olmaz. Dengesizdir bunlar, elektron almaları-vermeleri pazarlık usulüdür, kafasına göre 3 alır, 2 alır, 5 verir, sorsan her yaptığının bir açıklaması vardır ama bunlar neyin nesidir anlaması zordur.

Atomların davranış eğilimlerini belirleyen temel düstur minimum enerji, maksimum düzensizliktir. Hareketsiz bir huzur ararlar.
İnsan da böyledir.
Başka dünyaları bilemem ama bu dünyadayken insan soygaza dönüşmeye çalışan halojen gibi hisseder... ama aslında insan… geçiş elementidir. Dengesizdir insan.

Bu dünyaya dengeli olmaya gelmedik.
Biz bu dünyanın ihtiyaç sahipleriyiz.


Not: aralara serpiştiremedim ama yazarken şu dörtlük ve beyit aklıma sorti yapıp durdu, not olarak ekleyeyim bari.

Derd-i firakınla düşeli sevdaya, meye,
Müptelayım, deliyim, sinmişim esrar-ı neye,
Feleğin kahpe başında paralansın parası,
Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye.
NEYZEN TEVFİK

Tek başıma olsam şaha gedaya kul olmam,
Viran olası hanede evlad ü ıyal var.
DERTLİ

Yani;
Ayrılık derdiyle sevdaya düşeli ve alkole vuralı beri müptelayım, neyin gizemine sığınmışım. Feleğin parasından bana ne, güzel sevmeye geldi ben. (Güzeli sevmeye mi güzelce sevmeye mi, orası karışık)

Tek başıma olsam ne şaha ne de dilenciye kul olurum ama... yıkılası evimde kadınım ve çocuklarım var. 
Müdana eder halim istemeyerektir, mecburiyetlerim elimi kolumu bağladığı için yeterince kendim olamıyorum...diyor. Çok meşhur bir beyittir bu, meşhurluğu da boşuna değildir yani, muhteşemdir.


12 Mart 2019 Salı

MUHAFAZOŞ


“ ’Dindar’ seküler bir kelimedir” mealinde bişi okudum bi yerde. Çok katılıyorum, kesinlikle öyledir!

Farklı bir şeymiş gibi sunulan pek çok şey aslında bir var olma şeklinden fazlası değil. Yüksek zavallılık ihtiva eden zannetmeler söz konusu.

Muhafazakar (ya da tutucu): Mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen. (Tdk)
Rabıtalı: Bağlı. (Rabıta, bağ demek)
Statükocu: Süregelen durumu korumaya meyilli olan. (Tdk)
Töreli: Töreye bağlı.

“Töreli” yöresel bir kelime, rahmetli annem çok kullanırdı ama “töreye bağlı” manasında değil, “güzel, düzgün” manasında…
“Rabıtalı”yı da köylü “töreli”nin şehirli hali gibi düşünmek mümkün, tıpkı “töreli” gibi “rabıtalı” da “töreye bağlı” manasına geliyor ama “güzel, düzgün” manasında kullanılıyor.
Mesela… evden pek dışarı çıkmayan, ev işlerinden iyi anlayan, gerdeğe kadar kesinlikle bakire kalan kız için köylü abla “töreli kız” derken şehirli abla “rabıtalı kız” diyor, şehir-köy farkı kelimeden ibaret. (“Töreli” hala kullanılıyor ama “rabıtalı” diyen şehirli kalmadı, öldü hepsi)

Yani… toplumsal hafıza değerlere bağlılığı öyle yüceltir ki “bağlı olma”yı doğrudan “düzgün olma” olarak algılar, ikisini aynı kelimelerle ifade eder, her türden marjinallikse düzgünlüğün bozulmasıdır.

Mutaassıp (ya da bağnaz) : Bir düşünceye, inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başka bir düşünce ve inanışı kabul etmeyen, fanatik. (Tdk)

Muhafazakar deyince akla hemen dindar kişiler gelir ancak eksik-yanlış bir algıdır bu. Muhafazakarlığın çeşidi çoktur. Mesela dinle pek işi olmayan  çok Cumhuriyetçi, çok Atatürkçü kitle de muhafazakardır. (Bu kitle kendisini laik olarak tanıtır, bu da yanlıştır, insan laik olamaz, ülke de laik olamaz, devlet laik olabilir ancak) Bilim muhafazakarları var sonra, “bilimsel” sıfatlı her bilgi onlar için tartışılmaz bir kesinlik arz ediyor ki bilimin ruhuna çok ters bir saçmalık bu :)
Ezcümle muhafazakar ve liberal diye iki çeşit insan varmış gibi düşünmek çok yanlış,  mesele neyi muhafaza etmeye çalıştığınla ilgili sadece, muhafazakarlık insanları tasnif etmek için kullanabileceğimiz bir sıfat değil.

Muhafazakarlık… herkeste var olan… farklı nicelik ve niteliklerde var olan… bir hayata tutunma biçiminden…bir var olma şeklinden… başka bir şey değil.

Misal Cübbeli Ahmet Hoca’yla Yılmaz Özdil’i çok benzetiyorum ben, aralarında meme farkı var sadece.
Birisi 10 liralık bezi yanmaz kefen diye 375 liraya satmayı beceriyor, öteki oradan buradan apartma cümlelerle oluşturduğu çakma kitabı 2500 liraya satabiliyor. İkisinin de kitlesi muhafazakar. Birininki İslami-geleneksel muhafazakar, ötekininki Atatürkçü muhafazakar.
Biri dindar muhafazakarların memesini sıkıp süt çıkarıyor öteki Atatürkçü muhafazakarların memesini.
Muhafazakarlık güzel para getirir.

İnsan ne ister? Hayatta kalmak ister. (Beka)
Neden korkar? Bekasını tehdit eden şeylerden korkar.
Şimdiye kadar nasıl hayatta kalmıştır? Mevcut düzenle kalmıştır.
Mevcut düzen değişirse ne olacağını düşünür? Hayatta kalamayacağını düşünür.
Mevcut düzen belirlidir. Düzenin değişmesiyse belirsizliklere kapı açar.
Bu yüzden insan doğası muhafaza etmeye programlıdır. Belirsizden kaçar, belirliye tutunur.
Devrime yürümek hayata savaş açmak gibi bir şeydir. Devrim deyince hemen ülke rejiminin değişmesi gelmesin akla, sürekli alışveriş edilen marketin değiştirilmesi de bir çeşit devrimdir.
Rutinlerimiz bizi koruduğu için biz de rutinlerimizi koruruz. Rutinsiz ölürüz. Ölür müyüz?

Devrimin beka için tehdit oluşturması sürekli gözümüzün önünde olan bir şeydir, sürekli bir şeyler-birileri bizim kurulu düzenimizi (dolayısıyla hayatımızı) tehdit eder durur, biz de hep tetikteyizdir. Yorucudur hayatta kalmak!
Bununla birlikte devrimcilik de muhafazakar bir düşüncedir. “Devrim yapma değeri”ni yüceltir, muhafaza eder çünkü o da. Liberalizmi de muhafazakarlığın zıttı değil de “serbestlik değeri”ni muhafaza eden bir şey olarak düşünmek gayet de mümkün.
Velhasılı… muhafazakarlık insanın bu dünyadaki kaderidir, değişen sadece neleri muhafaza ettiğidir... ama insan arada yer değiştirir, yani bazen “muhafazakar değil”dir :)

İnanmak, belirlilik, muhafaza etmek… anahtar kelimeler bunlar, tercihlerimiz bunlara göre şekilleniyor, kendimizi bunlarla tarif ve takdim ediyoruz.

Yeri gelmişken (aslında çok da gelmedi) yaygın bir yanlışa dair bir şey söylemek istiyorum. “Ateist” ile “inançsız” kelimelerini aynı manada kullanıyorlar. Yanlış çünkü ateistler inançlıdır, bir yaratıcının var olmadığına inanırlar. Teistlerle inançları farklıdır ama ikisi de inançlıdır. Deistler de inançlıdır, sadece agnostikler inançsızdır.
Kendisini agnostik diye tanıtan kaç kişi tanıdınız? İnanmadan yaşamak zor di mi?

Ben de inançlıyım, Müslüman’ım.
Benim peygamberim çok büyük devrimler gerçekleştirdi, İnsanlık tarihini fena halde değiştiren çok çok büyük devrimler.
Hz Muhammed’in hayatı çok sıkı bir şekilde muhafaza edilen şeylere karşı yapılmış savaşlarla doludur.
Putçularla savaştı.
Putlarını çok katı bir şekilde muhafaza eden putçularla… çok savaştı.
Birisi peygamberime “dindar” derse çok gülerim. “Muhafazakar” derse de çok gülerim.



Not: Yazı içinde sırası gelmediği için diyemediğim bir şey var, çok diyesim vardı ama kendime orta yapamadım bir türlü, not olarak ekleyeyim bari:
Muhafazakarların en doğal eğilimi riyadır. İnsanlar riyanın kendilerini hayatta tuttuğuna inanır. Zordur hayatta kalmak!

28 Ocak 2019 Pazartesi

MELANKOMİK NOTLAR - 41



Şu yavru kedi kadar aklım olaydı iyiydi :)

Yıpratıcı hakikat bakımından zengin deneyim… diye bişi var. Öğrenmek iyidir tabi de dersler çok blok!

2019’dan dileğim: panda gibi bir yıl olasın.

Güzel haber: kötü şeyler bitiyor.
Kötü haber : güzel şeyler de bitiyor.
Haber: bitiyor.


4 ay önce işim, 3 ay önce evim değişti, 1 ay önce arabam. Yaklaşık 1 aydır da sigara içmedim. (Başlarsam gelip sileceğim bu cümleyi) 

Çirkin orospu gibiyim, ne cennet umurumda ne dünya.
Ömer Hayyam demiş. Unutmiim ben bunu, dursun bu burda.


Twitter’da ne kadar çok ve lüzumsuz küfür var yahu, bu ne ergenliktir!

İnsan neyin içinde olduğunu bilmediği için, içinde ne olduğuna dair fikri de yanılmış bir zandan öteye gidemiyor.

Superonline nakil yapmayı bir türlü beceremediği için 2 ay internet yoktu evde, tv izlemeye çalıştım, olmadı, bir-iki istisna hariç yayınlar full pespaye! Kitap okuma saatlerim arttı ama, o iyi oldu. En son boşandım Superonline’dan da öyle internet bağlatabildim. O öfkeyle iki telefon numaramı da Turkcell’den taşıdım, güzel oldu böyle. Türk Telekom’dan da uzak durmak gerek, göz göre göre 900 liramı gasp ettiler. Bu şirketler bir daha asla!

“Hazzı değerinden eksiğe bozdurmak” dedim geçen bir sohbette! Böyle cümleler kurabileceği konuşmalara temkinle yaklaşmalı insan ama uzak da olmamalı :)

Modern hayatın özeti: en çok pandik atan kazanır, yiyen kaybeder.
Sonra kaybedenler ölür.
Kazananlar da ölür.
Herkes ölür, sen pandiği hatırla :p

“Deprenmeden dil dudak, sözü işiten gelsin” diyen Yunus Emre’nin beklentisi nasıl da tavan di mi? Ben şahsen dil, dudak, el, kol ne varsa deli gibi hareket ettirdikten sonra anlaşıldığımda mutlu oluyorum, o düzey bir halden anlamak nerdee?

Whatsap’ta son görülme zamanları kapalı insanlara şüpheyle yaklaşıyorum. Hele mavi tıka dönmeyi engelleyenlerin yatacak yeri yok! :)

Bir ayrılık konuşması:
Ben, kendim olabilseydim ilk iş kendimi kandırmayı bırakırdım. Senin beni kandırmaktan vazgeçmen içinse başka biri olman gerek. İyisi mi git sen.

Neredeyse bir yıldır melankomik not yazmamışım. Yuh!

22 Ocak 2019 Salı

UNUTMA!


Karikatür muhteşem di mi, belagat harikası... Kesinlikle öyle! Böyle az sözle çok şey anlatabilen şeyler bende yüksek hayranlık uyandırıyor.
Ben çok konuşacağım ama… kısa konuşup uzun anlatmak her kula nasip değil, yapçak bişi yok, ayranım budur, yarısı sudur.

İyi kitap mutlu etmez, rahatsız eder.
İyi kitap cevaplarla yüklü olmaz.
Sorularla dolu da olmaz.
İyi kitap sorular üreten kitap da değildir.
İyi kitap kafada yeni pencereler açan kitaptır, bünyede sorular üremesine vesile olan kitaptır. 
Ve içinde sorular üremiş bünyede mutluluk barınmaz.

İnsan atalete meyyaldir, sadece rahatsız olanlar hareket eder, hareket etmek için rahatsız olmak gerekir ki iyi kitap bu rahatsızlığa müthiş bir sebeptir.

Şu dediklerimin anlamını bulması için okuyucuyu “kime karşı, kimin için” sorularının süzgecinden geçirmek gerekiyor. Okuyucuları kabaca kendisi için ve başkaları için okuyan olarak ikiye ayırmak mümkün. Asıl bahsetmek istediğim de bu aslında, kitap sadece vesile, bu karikatürün içimde oluşturduğu cümleler kitap konusundan çok daha öte.

Kitap okuyan biri olarak bilinmek istemek, “bakın nasıl da bibliyofilim ben” diye sinyaller çakıp durmak, kendi değerini başkalarının gözünde görmek isteyen… “başkaları için okuyan” okuyucu tipinin genel davranış biçimidir. Kendi değerini başkasının gözünde görmek istemek demek de kendi değerini başkalarının belirlemesine izin vermiş olmak demektir… yahut değersizliğini.
Karikatürdeki kadın gibi işte, kitaplarda (güya) mutluluk bulur filan.

Kalabalıkların beyni yoktur ama seni alıp en yükseğe çıkartacak ve en dibe indirecek ahtapot gibi binlerce kolu vardır. (Cemil Meriç)

Kendi değerini kamuoyunun keyfine bırakmak… beyinsiz bir ahtapota teslim olmak… sürekli ne olduğuna değil de nasıl göründüğüne odaklanmak… kalabalıkların onayı için yaşamak… kendine ait olmayan bir ruhla yaşamak değildir de nedir? Düpedüz ruhsal bir intihardır bu, kendi ruhunun ölümüne izin verip kime ait olduğu belli olmayan karma bir ruhla yaşamaktır.

Neden kurban eder ki insan öz ruhunu?
Hayatta kalmak için… öz ruhuyla hayatta kalamayacağından korkmaktadır, hayata tutunmak için öz ruhu ölmelidir.

Kendi değerini kalabalığın keyfine bırakmış insan gerçeklerle sağlıklı bir ilişki kuramadığı için hayali bir gerçeklik düzleminde yaşamayı tercih eder. Yüzleşmelerden ölümüne kaçar. Zevahiri kurtarabildiği sürece sorun yoktur. Kalabalıklardan gelecek iltifatlara-alkışlara taliptir ve unutulmamalıdır ki kalabalıkların iltifatını isteyen kişi kalabalıkların aşağılamasını da otomatik olarak kabul etmiş olur. 
Gladyatörlerin kaderi gibi işte, kalabalığın baş parmağı yukarıyı da gösterebilir aşağıyı da. Kimin öleceğine kalabalıkların karar vermesini kabul etmişseniz (toplumu tanrı olarak benimsemek)  kalabalıklar tarafından öldürülmeniz de kaçınılmazdır. Öldürülmek dediğim ruhsal intihar işte, kalabalık önce ruhunuzu ister ki yerine kendi çakma ruhunu koyabilsin.

Her insan kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok ama mutlaka bir bedel… Kimse bedelsiz kendi olamaz. Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır. (Murathan Mungan)

Yani… yalnızlığı göze almadıkça… kendiniz olamazsınız. Kendiniz değilseniz de bir bok değilsinizdir. Bir şeysinizdir belki  ama aslında başka bir şeysinizdir, birilerinin bir şeyisinizdir, bir şeylerin sahibisinizdir ama gerçek değilsinizdir çünkü kendiniz değilsinizdir.
Açıklama notu: yalnızlığı göze almak demek kesin olarak yalnız kalmak demek değildir… burada asıl konu yalnız olmak değil yalnızlığı göze alabilmektir. Yalnız olmak asla sağlıklı bir hedef olamaz ancak gerçek insan olmak için yalnızlığı göze alabilmek şarttır.

Burada uzun uzun son yıllarda topluma pompalanan toplumsal narsisizmden bahsedecek değilim ancak herkesin bu konuda bilgisi olmalı...bağımsız bireyler olarak sistematik bir şekilde bizlere nelerin empoze edildiğini anlamaya memuruz.
Onay beklentisi denen şey sizin için ne kadar geçerli, kimlerden ne tür onaylar bekliyorsunuz? Herkes bu sorulara kafa yormalı.

Televizyondaki envai çeşit yarışmalarda kerametleri kendinden menkul bir jürinin ya da bizzat kalabalıkların (sms zımbırtısı) insafına-onayına teslim olmuş yarışmacılar gördüğümde… canhıraş bir şekilde yeteneklerini sergilemeye çalışan heyecanlı insanlar gördüğümde… merhametle tiksinti karışımı duygular içine düşüyorum. Değmez ulan değmez! Yaranmaya çalıştıkların kirlidir, bu sistem tümden kirlidir, kirliden kirden başka ne neman olabilir ki?
Yahut sosyal medyada kendini pazarlar gibi paylaşımlar gördüğümde… bakın tatile gittim, bakın kitap okuyorum, bakın yalnız değilim, bakın beni seviyorlar, bakın nasıl da komiğim, bakın ben değerliyim ama lütfen bakın çünkü bakmazsanız değerli olmayacağım… siz baktığınız sürece değerliyim.
Hüzün verici di mi? Çok.

Bunca laf karikatürdeki kadından çıktı… aradığı mutluluğu kitaplarda bulmuşmuş.Her şeyden önce mutluluk aranan bir şey değildir… ki aramakla bulunmaz. Aranan ancak anlam olabilir ama o da aramakla bulunmaz.
Anlamlı olan anlamı aramanın kendisi olabilir sadece… o da karikatürdeki  adamın yaptığıdır.
Adam meraklı ve rahatsız… önünde de kırk kitap açılı... demek ki doğru yolda!

Bu dünyaya anlamak için gönderildik.
Asla tam bir anlama söz konusu olmayacak ama anlamak telaşından geri duran da insan değildir.

Konuşmak anlamanın değil anlatmanın ifadesi ve bu yüzden az değerli. (Gümüş)
Asıl değerli olan susmak. (Altın) Anladıkça sessizleşiyor insan.
Sessizleştikçe de kendisi oluyor, gerçeğe dönüşüyor.



Karikatürdeki kadın Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi'nin alttaki birkaç gerekliliğini sağladıktan sonra direkt kendini gerçekleştirme noktasına zıplama çabasında… bilme, anlama, gerçek bir öz saygı, gerçek bir saygınlık adımlarını atlayıp direkt piramidin en tepesine ulaşmak istiyor.
Karikatürdeki adamsa  kadının atladığı o adımlarda boğulmuş, kendini gerçekleştirmek onun için ütopik bir fikir sadece.

Tercih senin… ya kendini kalabalıkların onayına sunup - onayında tutup yalandan bir kendini gerçekleştirmeyle avunursun… ya da bitmez bir anlam telaşı içinde helak olursun.
Kendini katı sanan gerçek değildir, gerçek insan revan olur.
Gerçek insan olmak ya da olmamak… gerçek bir değere sahip olmayı umursamak ya da umursamamak… gerçekten öyle olmayı önemsemek ya da öyleymiş gibi görünmekle yetinmek… işte bütün mesele bu.

Not: Dünyanın en yüksek tahtına çıksan da yine aynı götle oturacaksın unutma. (Küçük İskender)

Not 2: Bu yazıda bahsettiklerim 25 gün önce yazdığım yazıyla neredeyse aynı, demek ki dervişin son zamanlardaki fikri de zikri de "kendi olmak"mış. 

Yakın zamanda ikinci kez okuduğum Ayn Rand'ın Hayatın Kaynağı isimli kitabı kafamın bu sıralarda bu konuyla bu kadar ilgili olmasının sebebi olabilir. Olmayabilir de :) 

1 Ocak 2019 Salı

ÖLEN HAYVAN OLUR TIME NEVER DIES


Pencere… bir pencereye bakar bütün iş.

Koca bir gökyüzünün ayağının altında uzandığını görebilirsin mesela ama gördüğün aslında gökyüzü değildir.

Kolay anlamaların olur.
Ağacından (anasından) ayrı düşmüş yaprak cesetleri hızla geçiyorsa sonbahardır, hava terliyse yazdır, kışsa cenin pozisyonu makbuldür vs.
Sonra yalnızları yürüyüşünden tanırsın çünkü yalnız yürürler… ama onlar yanlarında biri yürürken de yalnızdırlar.
İnsanların sarmalanma ihtiyacı kışın artar.

Bilmelerin de olur ama onlar biraz zordur.
Üşüyor ya da simitlerini satamadı diye Simitçi için üzülebilirsin mesela… ama adam sabah evden çıkmadan hemen önce karısını dövmüş olabilir. Karısının adamı aldatıyor olması merhamet için yeter sebep değildir... ki kadın başka sebepten dayak yemiştir. Sonra ne bileyim şu karşıdaki çocuk aşktan ölmeye çok hazır görünebilir ama aslında itin tekidir, mazbut sandığın tezgahtar kız her erkeğe aynı yalanı aynı inandırıcı gözlerle söyleyebilmektedir, yardımsever bakkalın ticareti hilelidir… merhamet gönderirsin, sevgi taşırsın, nefret yüklüsündür, öfke püskürtürsün, saygı beslersin ve  hepsi de bir güzel yanlıştır iyi mi?

İyi.


Not: Pencerenin perdelisi makbuldür, açılır-kapanır.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...