22 Şubat 2018 Perşembe

SORUSUNDAN ZORU OLMAK


Soru değersizse cevap önemsizdir.

İnsanların gözü hep cevaplarda, merak edilen, değerli bulunan-bulunmayan hep cevaplar, soru kalitesi ise göz ardı ediliyor. Halbuki asıl mühim olan sorulardır.

Alev Alatlı’nın çok güzel bir fikri var, “bu memlekete ‘nereden buldun’ yasası gibi bir de ‘nereden biliyorsun’ yasası lazım” diyor.
Muhteşem bir fikir ama bir yasa daha ilave edesim var benim: bunu neden soruyorsun?

İlginin hep cevaba yönelik olması hayatta kalma güdüsünün bir tezahürü, hayatımıza tehdit gibi algıladığımız için belirsizliği sevmiyoruz, bir şekilde belirliye tahvil olması isteğindeyiz her belirsizin…bu yolda yanlış bir cevaba bile razıyız, yeter ki belirsizlik ortadan kalksın.
Aynı kafayla şüpheyi yük etmeyi de sevmiyoruz, ama doğru ama yanlış şüphelerimiz acilen giderilmeli.

İyi de…hayatta kalma güdüsüne bu şekilde teslim olmak aklın kapısını kapatmaktır. Gerçeğe, sadece gerçeğe giden yol ateş dolu odalardan geçer, şüpheli odalardan!
Beynimizin en iç bölgeleri hayatta kalma güdüsünün emrindeki bölgelerdir, bu bölgeler var, bu bölgeler lazımdır eyvallah da bir de entelektüel kaygılar taşıyan en dış bölgesi var, bu fikirler üreten dış bölgeyi, bizi insan yapan (sapiens) bölgeyi görmezden gelmek iyi bir fikir midir?
Yemek arayan bir yırtıcı hayvandan çok daha fazlası olduğumuz kesin…değil mi?

Bu bilinen-bilinmeyen denkleminde hep iki şık var sanırız: öyle mi, değil mi?
Halbuki üçüncü bir şık daha var: umrumda değil.
O sorunun cevabını merak etmeyi reddedersin, ilgini esirgersin çünkü cevap önemsizdir…çünkü soru değersizdir.

Vakti zamanında televizyonda “öpüşmek orucu bozar mı” konulu bir “İslami” tartışmayı bir müddet izlemişliğim var! Allah’ım nasıl değersizmiş ki vaktim gidip böyle bir saçmalığa harcamışım, yazık yani…di mi?
Kim peki tartışmanın tarafları? Anlı şanlı İslami alimler! Belki de ne alimdirler ne de İslami, dini sulandırmakla görevlendirilmiş ajanlar olabilirler mesela, bilmiyorum…ancak yaptıkları işin yararsızlığının yanında zararlı olduğu çok açık. Bilmediğim şey sadece bu zararı gerçekten kötü niyetle mi yoksa gafletle mi verdikleridir. Sonuç bariz, sebep belirsiz yani.

Şu blogda birden fazla kez tekrarladığım bir cümleyi tekrarlayasım var: merak rasyonel olmalıdır.
Yani rasyonel olmayan bir merakın ürettiği değersiz sorulara cevap aramamak lazım.
Aynı şekilde rasyonel olmayan bir merakın ürettiği değersiz bir soruya maruz kalındığında da cevap vermek yerine “değersiz bir soru bu, cevabının da kimseye faydası yok, o yüzden cevaplamayı reddediyorum” demek en iyisi. Bunu yapabilmek lazım.

Abuk subuk açıklamaları ile gündem olan İslami hoca-alim-bilgin-şeyh vs unvanlı şahısların yarattığı kirlilik getirdi tüm bunları aklıma.
Bir kere bu hocalar cinselliğe neden bu kadar meraklı? Yatıyorlar seks, kalkıyorlar seks, bu nedir? Tamam seks çok kıymetli bir faaliyet ama dünyada önemli-değerli başka bir sürü faaliyet var, bu mevzuya bu takıntı neden?

Sistem şöyle işliyor:
Bu hoca sıfatlı kişiler bir yere oturup soru kabul ediyorlar, insanlar da soruyor bir sürü. Bu soru-cevapların çoğu sıkıcı, rating değeri olmayan şeyler. Ancak birisi seksle ilgili netameli bir soru sorup hoca da ilginç bir cevap verince…hocanın o cevabı ertesi gün bütün gazetelere manşet oluyor!

İki adım geri çekilip sormak lazım:
-      O seksli soru çok mu lazımdı da soruldu?
-      Yoksa sorduruldu mu?
-      Hoca kisvesindeki şahıs toplumsal sorumluluk konusunda bu kadar mı zayıf ki öyle infial uyandırıcı cevaplar verir?
-      Gazeteler sözbirliği etmiş gibi ertesi gün nasıl manşetten verir bu haberi?

Yahu bir dümen-düzen var bu işte, çok açık! Bir örgüt, bir birim iş başında sanki di mi? Yıllardır manipüle ediliyoruz, bu çok açık.
Gözümüz sorularda değil de hep cevaplarda olduğu için manipüle edilebiliyoruz.
Kimse “ne lüzumu var lan bu sorunun” demiyor.
Afrin’e girmişiz, yarı savaş halindeyiz, memleket incecik köprülerden geçiyor…bizim gündemimiz ne? Asansöre bi kadın bi erkek binmek iyi midir?
Eğer bu soruyu cevaplamaya çalışırsanız girdaba düşmüşsünüz demektir, illüzyon çalışıyordur, paralizesinizdir. “Ne asansörü lan, değiştir şu kanalı” diyenimiz çok az.

Neyi merak etmemiz gerektiği bize yukarıdan söyleniyor, aklımız tarassut altında, bir girdabın içindeyiz, çıkmak lazım.
Neyi izliyorsak-okuyorsak-dinliyorsak biz de oyuz.

“Ben bunu merak etmeyi reddediyorum, bunu izlemeyi-dinlemeyi-okumayı reddediyorum, bu sorunun cevabı ile ilgilenmiyorum” diyebilmek değersiz bir sorunun önemsiz cevabının peşinde koşmaktan çok daha değerli…değil midir?

Not: İbnül vakt…diye bir kavram var. “Zamanın oğlu” demek sözlük anlamı olarak da sözlük anlamından biraz daha karışık bir kavram…anlamakta çok fayda olan bir kavram.


13 Şubat 2018 Salı

MELANKOMİK NOTLAR - 40

Aklı zekasına yetişememek...diye bişi var. Bu sendromu yaşayanlar harcananlardır. Başarılı kişilerin aklı zekasından fazladır hep.

Merak ettiğim: neden filmin altyazısı doğru mu diye kontrol ederken hep konuşmasız yerlere denk geliyorum?



Geçen şu fotoyu koydum Facebook'a komiklik olsun diye, tebrikler gelmeye başlayınca kaldırdım! Ya nasıl tanınıyorum ki acaba ben??? Yuh!
Dahası sağ alttaki paket hiç de hayırlı bir paket değildir yani ne işi varsa artık lahmacunun yanında...tövbee!

Adele'e taktım son zamanlar. Onun insanı çocukluğuna çağıran bilinç altı sesine karşı koymak zor. Çok zor şeyleri hiç zorlanmadan yapıyor, doğal bir "zaten öyle"lik var kızın sesinde. Gerçek olmak böyle bir şey işte.
Gerçek şairlerin gerçek şiirleri, gerçek bestecilerin gerçek besteleri vs aynı onun sesi gibi kendini kolayca belli eder. Zorlamalarla bir araya getirilmişlerin, oluşturulmuşların ömrü saman alevi iken gerçek olan kalır.

Boyu boyuna huyu huyuna denk olmak ne kötü bir tanım...benim için.
Hayvan gibi boyuma denk birini bulmaktan daha zor çünkü huy denkliğini sağlamak. Ört ki ölem!

İnsan bir merak ediyor tabi... ama merak bir insan etmiyor :p

"Işıklar içinde uyu" ne kadar da muhayyileden, estetikten, mantıktan yoksun bir temennidir!
"Nur içinde yat"a alternatif olarak geliştirilmiş, Teşviki'yeden kalkan bahtsız cenazeler için kullanılır ki ölümün yakışmadığı cenazelerdir onlar.
Ama sorun var yani, ışığı söndürün de rahat uyusun meyyit... di mi?
O nur, bildiğimiz ışık değil ki, daha başka bişi. Ziya var bi de, o da ışık demek. Onu da kullansanıza hadi :p

Geçen gece gene sınavlara giriyordum rüyamda, mezun değilmişim meğer. Nasıl travmatik anılarsa artık rüyalarımdan çıkamıyor o sınavlar...ki bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum, yaygın bir rüya formatıymış bu. Yalnız geçen geceki değişikti, üniversiteden mezun olmuş kafayla lisenin sınavlarına girdiğim için çok kolay sınavlardı, rahattım tuhaf bir şekilde. Bunun kesin bir anlamı vardır, Freud ne derdi acaba?

Hepsi alnımın yazısıydı, bu da tabanımın.
Çok severim bu deyimi ki sadece annemden-babamdan duymuşumdur, yöresel olsa gerek.
Benim tabanlar da tuhaf yazılarla öyle dolu ki...sorma gitsin :)

Siyaset konuşup ayrılıklar yaşıyoruz. İkisini de siyasilere bırakmak lazım halbuki.

Hayat kısa, kuşlar uçuyor ve sen tripler yapıyorsun. Bu kafayla randıman alamazsın ki hayattan :)

Buzdolabındaki en mühim şey elmadır, bir buzdolabı her daim elma ihtiva etmelidir.
Ama iyisini bulmak lazım, o kumlu olanları insanın yaşama sevincini söndürüyor resmen!
Böyle bir genel derdim var, iyisini bulamıyorum :(

- Seni artık sevmiyorum
- Ne zamandan beri?
- Şimdi,tam şimdi...
Bir Closer repliği, yattığı yerden söyler bunları güzelim Natalie'miz.
Ah ne muhteşem sahnedir o!

İstemem yan cebime koysunculuk insanı edilgen yapan bir taktiktir, kişiliğe erozyondur. Bu da böyle biline.

Geçen gün çok komik sinirlendim, sonradan kendim güldüm kendi dediğime :)
Maltepe Sahili'nin kenarındaki restoranlar kompleksinin önüne park etme çabasındaydım ki bilen bilir, rezilliktir. Uzun beklemelerden sonra nihayet otoparkın bariyerine ulaştım ancak düğmeye bas bas açılmıyor bariyer, bozuk olmalı. Ben düğmeyle debelenirken araba geldi arkamdan, derken onun arkasına ikinci araba.
Olacağı yok, geri gitmek lazım, geri vitesin lambasından anlayıp geri gitsin diye geriye taktım ama arkada tık yok. Bir hanım, direksiyonda öylece sakin bekliyor. Bekle biraz...hala orda. Azıcık geri gittim anlasın diye, "gelme" diye korna çaldı. Ben de korna çaldım en son, kadında hala hareket yok. O kadar ki kadının arkasındaki araba durumu anlayıp geri gitti ama kadında hala tık yok, direksiyonu tutuyor! En son sinirle indim aşağı, gittim kadına, şöyle bir diyalog:
- Hanımefendi ömrümüzün kalanını burada geçirmeyeceğiz, geri gider misiniz lütfen!
- Arkamda araba var, nasıl gideyim?
- Gitti o taa ne zaman, sizi bekliyoruz.
- Bariyerden neden geçmiyorsunuz.
- Açılmıyo ki, bozuk!
Soruları da öyle bir tonda soruyor ki ben bozmuşum sanki bariyeri! Soracağı başka soru kalmayınca gitti ama şükür :)

Colossal diye film izledim, izlemeyin sakın, ben de niye izledim belirsiz, tam bir saçmalık, canavarlar filan var.
Yalnız en saçma yeri de filmin başında Anne Hathaway'in sevgilisi tarafından kapı dışarı edilmesiydi! Aslında orada bırakmalıydım izlemeyi.
Olabilir mi böyle bir şey? Anne Hathaway lan bu, nere gönderiyorsun!  Mal mısın? Absürtlüğün de bir sınırı olmalı di mi?

Seçimlerde bir parti "Scrabbele’dan 'ı' yı kaldıracam" vaadi verse bende oy alır! Öyle bir nefret ı harfinden!

E-devlet'te kaç soysuz soyunu kurcalamıştır acaba?

9 Şubat 2018 Cuma

NE BİÇİM?

Hayatta kalmak için sürekli aşağılanmak eğer sizde öfke uyandırmıyorsa, ne biçim bir insansınız siz?

Ken Loach söylemiş.
Çok etkiler beni bu cümle. Süssüz, basit, gerçek ve tam 12'ye... tıpkı filmleri gibi. Öfken "bile" yoksa insan değilsin. Bence de, değilsin valla!

Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi,
Senin yiyeceğin kalaylı kapta,
Benimki aslan ağzında,
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.

Ama seninki de kolay değil kardeşim,
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak, Tanrının günü.
Orhan Veli

Doğrudur, kolay değildir kuyruk sallamak ama kuyruğu bari öfkeyle salla di mi? Gerçi öfkeyle sallanır aslında o kuyruk... belli edilmeyen, biriken bir öfkeyle sallanır, uygun şartlar oluşursa kimin içinde neler birikmiş görürsünüz.
Ama o öfkeyi belli etmiyorsan da insan değilsin!
Kelebek misali konmuş bir cekete "abim ceket de çok yakışmış haa" derken sırıtıyorsan, rahatsan... insan değilsin işte.

Ken Loach İngiliz bir yönetmen. Ağzı laf dolu çook güzel bir abidir. Sözünü sakınmaz ve sözü samimidir, muteberdir.
Kendine has bir tekniği vardır, anlatımı ziyadesiyle gerçekçidir. Filmlerine aşinaysanız bir filmi ona ait olduğunu bilmeyerek izleseniz bile onun olduğunu anlayabilirsiniz.
Büyük büyük laflar etmeden çok büyük laflar etmek en öz marifetidir. Bu marifetine alamet-i farikası desek yanlış olmaz herhalde, benzerleri tabi ki var ama Loach'un ajitasyondan uzak temiz anlatımı çok başkadır.

Dün akşam I Daniel Blake'i izledik de...ordan bu Ken Loach muhabbeti. Kelimenin birden fazla anlamıyla bayıldım ben. Evet çok sevdim tamam ama abinin savurduğu hiçbir çekiç darbesi de ıskalamadı kafayı, bayılttı! 
Şu film:

Çok filmini izlemişliğim var ama filmlerinin tamamını izlemiş de değilim. Dün akşamkinin dışında şu iki filmi de şiddetle tavsiye edebilirim:
Özellikle Ae Fond Kiss'i çok pis tavsiye ederim.

Psikoloji, davranış bilimi vs uzmanları için toplama kamplarındaki Alman subayları Hitler'den daha ilgi çekicidir.
Şu sebepten: Hitler savaş boyunca karargahında satranç oynar gibi savaş oynamış, ne toplama kampı görmüş ne de toplama kampı sakini. Ancak subaylar öyle değil, oradaki vahşeti hem organize etmişler hem de şahidi olmuşlar.
O subaylar-askerler kalplerini nasıl bu işin dışında tutabilmiş, hiç ağlamadan nasıl devam edebilmişler? İçselleştirmemeyi nasıl başarmışlar?
Psikoloji uzmanlarının ilgisini çeken soru budur, subayların işi Hitler'den daha zordur çünkü Hitler görmüyor, kamplardaki insanlar Hitler için bir sayıdan ibaret ama subaylar canlı-kanlı izliyor vahşeti, nasıl korumuşlar kendilerini insan özlerinden?

Cevap: İki yerden destek alıyor subaylar, ilki kamplardaki insanları insan olarak görmüyorlar. İkinci destek de iradelerini otoriteye bağlamış olmaları... ruhlarını by pass etmişler yani.
Bu iki destek duygusal hasar almalarını engelliyor.
Bu arada kamplarda sadece Museviler yoktu, 6 çeşit insan vardı ve her biri farklı renk bir yıldızla işaretlenmişti: Museviler, Çingeneler, aylaklar, homoseksüeller, zihinsel özürlüler ve komünistler.
Yani kamplarda Almanlar da vardı... toplama kamplarında görevli askerlerin bahsettiğim iradesel by pass'a ne kadar çok ihtiyaç duyduklarını buradan anlamak mümkün. Hadi Musevi'yi şeytan ilan ettin rahatsın da zihinsel özürlü bir Alman kızını gaz odasına götürürken ne hissettin di mi? Hissettin mi?

Bunun psikoloji terminolojisindeki adı farklı ama ben "irade by pass'ı" diyeceğim... 
Bu by pass işi bize toplama kampları kadar uzak mıdır? Hitler'le beraber bitti mi bu by pass işi?
Alakası yok, her gün gözümüzün önünde olan bir şeydir bu. Askerlerden bahsetmiyorum, misal bankacılar on numara örnek bu by pass işine. Sade onlar değil tabi, pek çok devlet memuru, pazarlamacı, esnaf, tüccar ve daha bir dünya kişi.
Anahtar kelimeler var, söyleyeceğim.

Bankayla işiniz olursa (ki kesin olur) size bir şeyler imzalatırlar ve hesabınızdan farklı isimlerle para tırtıklar dururlar, hesap işletim ücreti, dosya masrafı, yok makas kesmedi vs. 
"Ne ki bu, niye ki" diyesi olduğunuzda da aldığınız yanıt hep aynıdır: prosedür.
Yani şunu demek isterler: şahsi almayın, biz insan eti yiyen bankacılar olarak bütün insanların etine talibiz. Başkalarının etini de yiyor oluşumuz sizi rahatlatsın lütfen.
"Prosedür" memurların anahtar kelimesidir, onu söyledikleri anda vicdanları temize çıkar çünkü bir yamyamlık var ise bunu kendileri değil patronları yapıyordur, "emir kulu"dur onlar sadece, ekmeklerinin peşindedirler, masumdurlar.
Yamyam patronlarına yenecek daha çok et getirdikçe ilave primler alırlar tabi, o ayrı.

Olmayacak zamanda telefonum çalıyor ve birisi otomatiğe bağlanmış bir nezaketle bana bir şeyler satmaya çalışıyor. Yahu mesaj atmayı hadi anladık da aramak nedir di mi, bu nasıl bir para hırsıdır? O esnada çok önemli bir işin ortasındayımdır, konsantreyimdir, rahatsız ediliyorumdur belki... o "kibar" insan bunları düşünmez çünkü onun görevi de odur: sizi rahatsız etmek.
Genelde cevap bile vermiyorum ya da kısa kesiyorum ama bazen tersime geliyor "ekmeğinizi insanları rahatsız ederek kazanmayı layık görmüşsünüz kendinize, oradan ayrılıp daha hayırlı bir iş yapsanıza" diye tavsiye veriyorum.
Etkilenmiyorlar :) Etkilenmiyorlar çünkü sadece iradelerini, vicdanlarını değil izzet-i nefslerini de by pass etmişler. Ben hakaret kelimesi kullanmam, daha hayırlı bir iş tavsiyesiyle yetinirim ama her gün bir dünya hakarete maruz kaldıklarından da şüphem yok. Onları o hakaretlerden koruyan da o by pass mekanizmasıdır tamam ama...bu ne kadar zor bir iştir böyle ve değer mi!?
Suratını teflonla kaplatmış olman yeterli bir koruma mıdır?
Her gün mesai saati boyunca kendin dışında biri olmanın, hakaret edene sakince "efendim" demenin karşılığı ne olabilir ki? Asgari ücret ya da az daha fazlası. Bir şeyler satmayı başarırsan da prim veriyorlardır kesin.

Peki esnaf-tüccar nasıl kullanıyor bu by pass mekanizmasını, onların topu atacakları bir patronları yok ki, "prosedür" diyemezler.
Onların anahtar kelimesi de "oyunu kuralına göre oynamak"tır. Kelime değil de ifade...
İddiaları odur ki oyunu kuralına göre oynamaz isen... yani işine hile-yalan karıştırmazsan bu piyasada barınamazsın, batarsın.
Onların irade ve vicdanlarını teslim ettikleri otorite de "piyasa"dır. Ha patron, ha piyasa, aynı şey. Vicdanlar rahat, sorun yok.
Sorarsan da ahlakın ne büyük erdem olduğunu çok uzun anlatırlar. (Sormasan da anlatırlar)

Çok büyük küresel kapitalist tröstlerin kurallarını koyduğu, en öz kuralı açgözlülük olan kurumsal bir oyundur oynadığımız. Ekmeğimiz için, aç kalmamak için, ev taksitlerini ödeyebilmek için, araba sahibi olabilmek için, "bizim hurda"yı daha lüks ve yeni bir arabayla değiştirebilmek için... oyunu kuralına göre oynayıp duruyoruz, vicdanlar da by pass.
İyi de sen akışın dışında tuttuğunu sandığın vicdanını sonradan bi yokla bakalım koyduğun yerde duruyor mu?
Bunun adı çürümektir, çürüyoruz. O by pass dediğim aslında kendimize söylediğimiz yalandan başka bir şey değildir, hakikatse çürümekte olduğumuzdur.

Kuralları "küresel kapitalist tröstler" koyuyor diye de rahatlamasın yalnız vicdanlar!
Eksik tartan kuruyemişçinin, sadece sigortası atmış beyaz eşyanın sağlam anakartını değiştiren servisçinin, hiç gerekmeyen tahliller-tetkikler isteyip sonuçlarına bile bakmayan doktorun, pahalı maldan fiyat verip ucuz malı kakalayanın...ne farkı var ki o küresel kan emicilerden? Daha küçük çaplı kan emiyorlar o kadar.
Vicdanın piyasası var, vicdanımızı sermaye etmiş satıyoruz...çürüyoruz "oyunun kuralı" diye diye.

Hani "simit sat şerefinle yaşa" diye meşhur bir söylem var ya!.. Simitçileri de zabıta kovalıyor! Zabıta da emir kulu tabi...

Başa dönme zamanı.
Ken Loach'un "aşağılanma" dediği...
"Oyunu kuralına göre oynamak" adı altında olmaz rezilliği kendine layık görmek...ten başka nedir ki?
Tamam oyunun kurallarını sen koymadın ama bu kadar iyi oynamak zorunda mısın?

Vicdanın en son bıraktığın yerde yok... ve sen çürüyorsun... sistematik olarak aşağılanıyorsun... ve öfken bile yok. Sen ne biçim bir insansın?


Not: Kime soruyorum şu son soruyu? Herkese. Daha doğrusu üzerine alınanlara. 
Yani hiç kimseye!

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...