Dexter’dan sonra House Of Cards izliyorum, arka arkaya
gelmeleri düşünsel reaksiyonlara sebep oldu bende.
Dexter da Francis de iki nokta arasındaki en kısa yolun
doğru olduğunun farkında, gayet “take to it” insanlar. Zihinleri anlam
kazandırma çabalarıyla dumura uğramıyor (dumura uğramak; şaşırmak demek
değildir, körelmek demektir) ne lazımsa gidip alıveriyorlar…ve anlamsızlığın
değiştirilemezliğinin idrakinde olacak kadar da zekiler. Güdük-sakil anlam atfetmeler
onlara göre değil.
Daha önce de yazmıştım bunu, hayat bir tercih gibi sunmaz
kendini, dayatır.
Hayatı somut bir varlık gibi düşünürsek bu varlığın temel
motivasyonu kendisini devam ettirmektir. Ancak kimlerin kendisinde olduğunu
önemsemez hayat, sadece soyun devamına konsantredir. Bu sebepten hayatta kalmak
ve üremekten ibarettir canlıların iki temel itkisi.
Dexter da Francis de (ilk Dexter,ilerleyen sezonlarda
ruhsal derinlik kazanmış olanı değil) hayatın kendilerinden ne istediğini çok
iyi anladıkları için “take to it”ten ayrılmazlar, kaybolmazlar. (Dexter salağının
ilerleyen sezonlarda kafası karışıyor, kayboluyor.)
Bu arada kişisel gelişim şarlatanlarının sömüre sömüre
bitiremediği “karikatürize take to it”ten bahsetmiyorum, kastım beka kokanıdır.
Yani; insan ne ister? Hayatta kalmak ve üremek ister, iyi!
Şimdiye kadar yazdıklarım malumun ilanıdır sadece, basit
bilinenlerdir. O zaman neden yazdım?
Çünkü bunun tersi de var, ondan yazdım, insan yaşamak
ister evet ama insan ölmek de ister!
Yaşamak isteyen ve ölmek isteyen diye iki insan türü yok,
her iki istek de içimizde mevcuttur, bir yanımız yaşamak bir yanımız yaşamamak
ister.
Ruhsal derinlik dediğimiz şey “anlam”la örülüdür ve anlam denen şeyin kökü bu dünyada olamaz,
hiçbir şey kendi kendini var edemez çünkü, anlam bu dünyaya ithal edilmiş bir
şey olmak zorundadır, aksi türlüsü termodinamiğe aykırıdır. Evrime iman edenler
eli, kolu, gözü izah etmeyi başarsalar bile vicdanı, aşkı izah edemezler,
“anlam”ı hiç edemezler. Anlam konusundaki bu çaresizliklerini, yaratıcı
düşüncesini bu anlam ihtiyacının doğurduğu şeklinde bir kontratak golü fikriyle
kapatmak isterler ama beyhude…anlam konusundaki yalınkat kayıtsızlıkları bana
anlamsız gelir. Benim Allah’a ve ahrete olan inancımın özeti böyledir.
Ruhsal derinlik geliştirecek kadar anlam kaygısıyla
beslenmiş bünyelerde aşk baş gösterir, barınır. Daha doğrusu aşk zaten hep
vardır da kendisini göstermesi için ruhsal derinlik gerekir. İnsan ruhunun bütünden kopmuş bir parça olduğundan ve
parçanın en temel temayülünün koptuğu bütüne tekrar kavuşmak olduğundan
bahsetmiştim:
Meyve-i memnudan tatmak günahından beri,
Karban-ı aşk bitmez bir beyabandan geçer.
İşte ölmek isteyen tarafımız bu sebepten vardır, gönül
vuslat ister ve vuslat yeri bu dünya değildir, o sonsuz beyaban (çöl) bitsin
artık isteriz. Karanlık tarafımızdır bu taraf evet ama değerli olan tarafımız
da budur!
Bu iki zıt isteğin birbirine karıştığı bir hal var, bir
sanrı…tanrı olma isteği!
Bu dünyaya öyle değerli şeyler istif edilmiştir ki bu dünyayı
ve dolayısıyla o değerli şeyleri terk etme düşüncesini reddeder insan, inkar
eder. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama alışkanlığı hiç ölmeyeceğini zannetmeye
dönüşür, o yüzden sanrı dedim zaten.
Dexter bir seri katildir ve kendisinde kimin ölmeyi hak
ettiğini belirleme, kimin ecelinin geldiğine karar verme yetkisi görür. Bu yetki
tamamen tanrısaldır ve Dexter’ın içinde olduğu şey tanrı kompleksidir. Ahiret
inancı olmayan bir ateist olarak kafasına göre kötüleri öldürür, dünyayı
temizler, dünyayı daha “güzel” bir yere dönüştürmek için çabalar. Dünyanın bir
sonrası olmadığına inanan birinin kendisinde dünyayı daha güzel bir yere
dönüştürme düşüncesinin ne aradığını sorgulamaz, ilkel tabiatının emrindedir.
Sartre’ın Duvar’ını okusaydı sorgulardı belki, bilemiyorum.
Francis de güce iman etmiş bir pragmatisttir. (İzlediğim
son bölümde ABD başkan yardımcısı idi.) Onun flu da olsa bir inancı var sanki
ama varsa bile kararlarına zerre etkisi olmayan bir inanç, ciddi ciddi
ölmeyeceğini zannediyor. Bu dünyada olmaktan, güçlü olmaktan, yönetmekten,
kaderleri çizmekten son derece mutlu bir haz düşkünüdür kendisi,
yönetmekten-oynamaktan büyük haz alıyor.
Haz, hayatın kendisini devam ettirmek için dağıttığı
rüşvettir. Çiğneyip çiğneyip tükürdüğümüz havuçtur ve daha çiğnerken aklımızda
hep bir sonraki havuç vardır. Pasta yerken yiyeceği bir sonraki pastayı
düşleyen obezler gibi…
Eyes Wide Shut filminin mevzusu tamamen budur, çok başka
şeyler anlatıyormuş gibi görünür ama filmin tek anlattığı şey “kontrol”dür.
(Başyapıtlar mimarı Kubrick’in bana göre başyapıt piramidinin tepesindeki tek
taştır bu film, son filmi olması da manidar.) Kahramanımız önce kendine
inancını yitirir sonra dünyaya…ve milimetrik bir farkla aids olmaktan yırtarak
flaş patlaması kadar bir an için tanrıyı görür. O filmi tekrar izleyip notlar
alarak upuzun bir yazı yazasım var kaç zamandır ama...üşengeçlik işte.
“Karanlık. Harcanmak istiyorum. Hiç böyle hissettin mi?”
diye mesaj atmıştı birisi bana, mesajla ilgili yazı da yazmıştım buraya…o
harcanma isteğinin bahsettiğim ölme isteği olduğunu, eriyerek-karışarak
kaybolma isteği olduğunu, aşkın karanlık yüzünün iş başında olduğunu söylememe
gerek bile yok artık, o kadar açık.
Şu “tutunamayanlar”ı bedbaht eden melal de tam da budur.
“Düşünme, arzu et sade,
Bak böcekler de öyle yapıyor.”
Böcekliği kabullenemeyecek kadar insan oldukları için
anlamdan uzak duramazlar ve her şeyin gerçekliğini-samimiyetini sorgularlar.
Peşinde oldukları anlamı yakalama ihtimalleri köpeğin kuyruğunu yakalama
ihtimalinden fazla olmadığı için yeniliğe kapalı bir devinim halindedirler.
Anlamdan uzak duramayışları yaşamama isteğinin ifadesi
olduğu gibi haz rüşvetini de samimi bulmadıkları için reddederler. Haz bulsalar
bile değersizleştirirler. Al sana hayata yaygın depresyon!
Gerçek tutunamayanlar suçludur çünkü bünyelerinde zeka ve
samimiyet bir arada bulunur, hayat böyle bir birlikteliği asla affetmez,
gerçekten gerçek olma isteği hayat tarafından cezasız bırakılamayacak kadar
ağır bir suçtur.
Samimiyet beklentisi her şeyi zehirler, hayata yakın
durmak isteyenler riyayla güzel sevişmelidir.
Hakikat ölüme, yalan yaşamaya yakın.
Cemil Meriç’in o anlata anlata bitiremediğim, yere göğe
koyamadığım sözü bu yazdıklarımdan sonra artık açıklama gerektirmeyecek kadar
açık hale geliyor:
Bana hakikati değil muradını ver. Olmak istediğin gibi
görün olduğun gibi değil. Çünkü her yalan bir yaratış.
Diyeceğimi dedim aslında ama bağımlılıklardan
bahsetmezsem yazı eksik kalır. Bağımlılık deyince akla uyuşturucu, alkol, kumar
geliyor hemen de daha geniş bir yelpazede düşünmek gerek. İnternet, oyunlar,
televizyon hatta kitap okumak da bağımlılık türleri arasında yer alabilir.
Bütün bağımlılıklar gerçekle yüzleşme mecburiyetini
belirli bir süre için de olsa ortadan kaldıran kaçışlardır, anlam eksikliği
kaynaklı acımıza kısa süreli ağrı kesicidir bağımlılıklar. Hepsinin ortak
özelliği haz vaat etmesidir. Var olan acıyı hissetmeyi engellemeleri zaten
başlı başına bir hazdır ancak her bağımlılık meşrebine göre başka bir haz daha
sunar sahibine.
Bir kumarbazın peşinde olduğu haz kazanma odaklı bir adrenalindir,
insanların kumar illetine hep bu yüzden düştüğü zannedilir ki yanlış da
değildir bu düşünce fakat gözden kaçırılmaması gereken şey adamın kumar
masasında iken yaşadığını unutabilme lüksü içinde olduğudur, bu lüks göz ardı
edilir hep…halbuki bağımlılıkları bu derece önemli kılan şey o lükstür, heyecan
kaynaklı haz bonustur sadece.
Bağımlı kişi belirli bir süre için de olsa gerçeklikle
baş etmek zorunda değildir, böyle bir cazibeye karşı koymak da kolay değildir.
Velhasıl-ı kelam…anlam kaygısı yaşamama isteğinin, anlam
kaygısızlığı yaşama isteğinin ifadesi. Anlama yürüdükçe aşka düşer, anlamı
ittikçe hayatta kalırız. Anlama yürümek acı getirir, anlamı itmek hazzı. Acılı
anlamlar ve anlamsız hazlar, işte biz bu ikisinin arasındayız.
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu.”