“Türban” 1985-86’lı yıllardan itibaren evrilerek çokça kullandığımız kelimeler arasına girmiş bir kelimedir. O yıllarda “türban sorunu” diye bir sorunumuz yoktan var olmuştur.
“Türban” sadece saçı sıkı sıkı kapatan, kafaya yapıştırılmış elastik bir şapka şeklindeki aksesuara deniyordu o yıllardan önce. Kullanım amacı örtünmekten ziyade estetik sebeplere dayanan bu aksesuardı, genelde “İstanbul hanımefendisi” diyebileceğimiz kibar, görgülü hanımlar tarafından kullanılırdı. Döpiyesin tamamlayacısı bir aksesuar gibi düşünmek de mümkün türbanı.
Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olarak etkin olduğu yıllarda “kızların başlarını örterek üniversiteye girmesinin yasaklanması” meselesi kısaca “türban sorunu” olarak adlandırıldı. Örtülü üniversiteli kızlar anneleri gibi bağlamıyorlardı başlarını, örtülerini daha hacimli görünecek şekilde ve iğneler kullanarak başlarına sabitliyorlardı. O yıllara kadar “tesettür maksatlı örtü” ye kısaca “baş örtüsü” denirken neden birden “türban” denmeye başlandığını anlamamıştım, hala anlamış değilim ama tahminlerim var. Bu arada başörtüsünün "yeni moda" şekliyle iğnelerle bağlanması "türban sorunu"nun ortaya çıkışından eskidir, yani iğnelerle sabitlenmeye başlandığı için çıkmadı türban sorunu.
İlk tahminim kibar cumhurbaşkanımızın “başörtüsü” kelimesini fazla avami bularak “daha kibar!” bir kelime olan “türban”ı kullanmayı tercih etmiş olmasıdır. Bu son derece mümkün, cumhurbaşkanlığı’ndan askeri yazışma diliyle yazılmış bir evrakta (talimat, basın açıklaması gibi) kullanılan kelimenin “türban” olması basının artık bu kelimeyi kullanmasına sebep olmuş olabilir, basın kullandıktan sonra da yaygınlaşmıştır.
İkinci tahminim de “başörtü” denince ülke kadınlarının yarısından fazlasını kastediyor olmak sakıncalı görüldüğü için bu kadınların içinden “geleneksel” olanlarını ayıklayıp sadece daha modern görünümlü başı kapalı kızların söz konusu ediliyor olması için bir “başörtüsü-türban” ayrımına gidilerek sayıları daha kalabalık olan başörtülü kadınlara cephe alınmamış olmasının bu şekilde sağlanmış olmasıdır. Nitekim çok sonraları “orduevlerine başörtlüler girebilir ancak türbanlılar giremez” şeklinde bir kaide söz konusu olmuş ancak başörtüsü ile türbanın farklılıkları belirsiz olduğu için pratikte işlevsiz olarak ölü doğmuştur bu kaide.
İlk ihtimal doğru olup daha sonraları türbanın siyasi bir simge olduğunu vurgulamak amacı ile başörtüsünden çok farklı olduğu da dillendirilmiş olabilir.
Kimin ne dediği bellidir. Belirsiz olan kimin neyi neden dediğidir. Bu yazının ilgi alanı tamamen “neden”e yöneliktir.
Bu ülkede kökleri Tanzimat döneminde (1839’lar) aranması gereken bir “ilericilik, modernlik, aydınlık” akımı vardır ve bu akım 1923’ten sonra resmi ideoloji halini almıştır. Rönesans döneminin kilise dogmalarına açtığı savaşta başarılı olan “bilimciler”inin bayraktarlığını yaptığı bu akım Fransız ihtilali ile sosyal-siyasi anlamlar ifade etmeye başlamış ve Avrupa üzerinden dünyaya yayılan değişim rüzgarları gecikmeli olarak Osmanlı’ya da uğramış, “ilericilik” mi “batıcılık” mı olduğu çok da belli olmayan bir şekilde Osmanlı üzerinde etkilerini giderek arttırmıştır. Hasta adamın vefatının ardından kurulan Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilkeleri de kökleri Rönesans’a dayanan avrupai akımlardan apartmadır.
Bu arada; Fransız İhtilali dünyanın gelmiş geçmiş en önemli olayı sayılmaktadır ve bana göre aslında iki tane Fransız ihtilali vardır.
Fransızların 1789’da ihtilal şeklinde ortaya koydukları ilkeler 1776’da İngilizler’le yaptıkları savaşı kazanarak bağımsızlığını ilan etmiş olan Birleşik Amerika’nın kuruluş ilkeleriyle aynı gibidir. Yani birbiriyle çok da bağlantılı olmayan iki olay vardır, birinde ihtilal şeklinde bir takım ilkeler ortaya konarak değişim başlamış, diğerinde de “değişmiş olarak başlamak” söz konusu olmuştur. Ancak o sıralarda dünya siyaseti üzerinde etkisi olmayan bir devlet olan Birleşik Amerika’nın kuruluşu pek önemli bir olay değilken Avrupa’nın göbeğindeki Fransa’da olan ihtilal dünya tarihinin en önemli olayıdır.
Neticede köklerini farklı kıtalarda arayıp bulabileceğimiz “aydınlanma, değişim, kişi hak ve özgürlükleri vs.” fikirlerini “akılcılık” şeklinde bir araya toplayıp bu akılcılığın karşısına dogmatizmi koymak mümkündür. “Akılcılık”ın merkantalizmle ilişkisi fazla derin bir konu ve konumuz değil. Bizim konumuz kaynağından bize gecikmeli ve tahrif edilmiş olarak gelen bu akılcılığın seçilmiş aydınlarımız tarafından izahlı halini kabule zorlanan Osmanlı ve Türkiye vatandaşlarıdır.
İnsan tabiatına uygun şekilde değişim de elbette ki içeriksel değil de biçimsel olarak algılanmaya ve uygulanmaya mahkumdur. En başından beri etkili olan fikir değil slogandı, öz değil biçimdi. Bu sadece bizim için değil bütün dünya için böyledir ve düşünsel zaafiyet arttıkça biçime yöneliş-biçimde kalış artar, zarf mazrufun önüne geçer, liyakat değil diploma önemli olur hatta etiketler tek belirleyici olur.
Kronolojik olarak devam etmek hem yazıyı aşırı uzatır hem de buna yetkinliğim olduğunu sanmıyorum, kaynağı belirtmiş olmak benim için yeterli.
Gözden kaçırılmaması gereken şey akımların Avrupa’dan Türkler’e gelmesi nasıl gecikmeli ise Türkler içinde yaygınlaşması ve kabulü de gecikmelidir. Daha Tanzimat döneminde iken Avrupalılar gibi yaşayan Türkler var iken hala Avrupalıya asla benzemeyen Türkler de vardır. İstanbul ile doğu illeri arasında, kent ile köy arasında yüksek fark hep vardı, hala vardır. Hatta akımların yayılması çok zaman tersine dönmüş ve içinde bulunduğumuz zaman içinde kategorize edilemez gerçeklerin varlığı söz konusu olmuştur. Meselenin bir de kaderci doğu–rasyonel batı boyutu var ki içine girilirse çıkılamaz bir konu…
Cumhuriyet kuşağı denen kuşağı iki kutuplu düşünmek mümkün. Gelenekleri ve dini tabu edinmiş gerici kutup ile ilericiliği ve batıcılığı “tabu edinmiş” ilerici kutuptan bahsedebiliriz kolaylıkla.
İlericilerin gözü bu dünyaya yöneliktir, bilim ne derse doğrudur, bir insan batılı hemcinslerine benzemeli, Türkiye de batı dünyası içinde yerini almalı, bir Avrupa devleti olmalıdır. Gericiler eğitilmeli, “kazandırılmış eski gericiler” olarak toplumda yerlerini almalı ve Türkiye’yi çağdaş batıya karşı rezil etmeleri bu şekilde engellenmelidir.
Meselenin patladığı yer tam burasıdır.
Batılılaşma evrimini tamamlamış “modern türk” modernliğini hissedebilmek için çevresinde modern olamamış, kendisi tarafından eğitilmeyi bekleyen insanlar görme arzusundadır. Tuhaf gibi görünen ama çok insani bir arzudur bu, daha doğrusu insani zaaflarla donatılmış bir arzu.
Üniversite mezunu, konuşmasını bilen, sosyal, fikirleri olan, “kültürlü” kadının evine temizliğe gelen cahil başörtülü kadın fotoğrafı son derece normal hatta olması gerekendir. Ama o başörtülü kadın da gider üniversiteden mezun olursa modern kadın modernliğini nasıl hissedecek? Üniversiteden mezun olarak gözünü bu dünyaya dikmiş kadının bir de başını kapatarak öteki dünyaya da göz dikmesi modern kadın için affedilmez bir haksızlıktır!
Beri yandan gençlere hep ilgi çekici gelmiş olan “aykırılık” meselesinden dolayı bu günkü adıyla “türban” son derece ilgi çekicidir. Kim “türbanla giremezsin” komutuna karşı geliyor olmanın çekiciliğine itiraz edebilir? Başlangıçta ne yapacağını bilmez yalnız mağdurlar olan türbanlı kızların giderek azınlık psikolojisi içinde yakınlaşmalarından, yazılı olmayan manifestolara imzalar atmalarından ve aykırılıklarının cazibesinden dolayı sayılarının artmasından daha tabii ne olabilir ki? Onlara militan gibi davranıldı ve militanlık bir genç için çok zevkli bir şeydir!!! İnancım odur ki bu ötekileştirme tavrı sona ererse, türbanlılara azınlıkmış gibi davranılmazsa bir çok kız başını açacaktır.
Türbanı siyasi simge olmakla suçlayanlar türbanın bir “asilik simgesi” olmasına sebep oldular, asi olmak da çekicidir.
Bu arada siyasi kısmı da var işin aslında…İran’dan bahsedilir sıklıkla. Saçmadır. Münferit desteklemeler olmuş olabilir ancak ihracatının % 90’ından fazlası petrole dayanan ve petrolü olmasa direkt aç kalacak güçsüz ve şii İran’ın başka bir ülkede, sünni kızlar arasında bu kadar geniş bir etki yaratması mümkün olabilmekten çok uzaktır. Ayrıca İran Osmanlı’nın en çok savaş yaptığı ülkedir (en çoklarından biri değil, en çok, 1 numara), Osmanlı’yı çok uğraştırmış ve zararlar vermiştir, bu savaşların kökeninde de şii-sünni meselesi vardır. Yani bu toprakların dokusuyla asla uyuşamayacak bir dokuya sahiptir İran. Ancak yeşil kuşak, bop vs. meselerinin türbanla ilişkisi bence vardır ama ne şekilde nasıldır bilmiyorum. Ancak olay bana göre en çok “bireyselleşme, anti kadercilik” akımının Türkiye içinde yayılımıyla ilgilidir, sosyal bir olaydır, en çok dış kaynakların falan değil iç dinamiklerin etkisi altındadır. Bununla birlikte “daha erken modernleşmiş kutup” olayı doğru okumak istememekte, inkar etmenin rehavetinde kaybolmayı yeğlemektedir.
Bu yazı hiç de “efradını cami ağyarını mani” olmadı, hatta sadece “olmadı” desek de olur, toparlayamadım…Dursun böyle şimdilik, düzeltirim belki ileride, yazdık o kadar yazık yani:p