25 Temmuz 2025 Cuma

KUMANTUM

 

Ger derse ki Fuzuli güzellerde vefa var,
Aldanma ki şair sözü elbet yalandır.

 “Elbet” dediğine göre şairlerin “bütün” sözleri yalandır, bunu diyen de şairdir… o zaman bu söz de yalandır, o zaman şairlerin bütün sözleri yalan değildir, o zaman…
Paradoks işte, adam yapmış.
Paradoks olsun diye yapmamış ama, derdi başka.
Bu şair tayfasının sözüne kulak verin ama çok da şeyetmeyin… demeye getiriyor.

Hakikat vektör gibidir; doğrultusu, yönü ve şiddeti vardır. Doğrultu ve yön tutturulsa bile şiddette illaki sapmalar olur.

Çok doğru bir fikri cılız bir ifadeyle sunandan çok daha fazla alkış alır birazcık doğru bir sözü güçlü bir ifadeyle sunan.
Hitabet, hakikati canı ne zaman istese döver.

 Şiir, kelimeleri sıvılaştırarak kullanır.

 Hakikat buz ise yalan sudur, ne farkları var ki, ikisi de H2O işte?

Çok farkları var, hımbıl buz durduğu yerde kazık gibi dururken yalan her çatlaktan sızar, her şekle girer. Hakikat soğuk yüzüyle meymenetsiz kadın gibi bakarken su her gönlü çelendir. (Dilruba)

Bizim bi akraba teyzenin oğullarına gelin seçerken ilk kriteri güzel olmalarıymış, annem de “iş ki içi güzel olsun, yüzünün güzelliğine takılma bu kadar” gibisine bir şey deyince kadın şu cevabı vermiş: amaan, nasılsa hiçbiri bir şeye yaramayacak, bari güzel güzel salınsınlar ortalıkta da gözümüz şenlensin.

Gerçekten de… bu kendini hep en doğru diye arz eden, bu buz gibi kibirli, bu kıytırık hakikatlerden ne fayda gördük? Hiçbiri sonsuzu içermez… bırakın içermeyi hiçbir hakikat sonsuzdan haber bile vermez… iken, nedir bu “eksikli hakikat hazretleri”nin bizden bu bitmez hürmet beklentisi?
Bıraksak da sular mis gibi salınsa?

Şiirin doğrultusu doğru olsa bile yönü şüpheli, şiddeti kesin yanlıştır. Şairin dediği doğru olsa ne olacak, illa bir şeyleri abartmıştır o şair, sözü ahenk yaldızına sararak sunmuştur filan.
Hayatın akışına ters de değildir şu durum, buzlu su gibi işte; mantığın gerçekleri, algının yanılsamaları içinde yüzmektedir. Fluluk her yerdedir.

 Fuzuli’nin “şair sözü elbet yalandır” dediği aslında bu fluluğa hürmet göstermesinden başka bir şey değildir ki bunu yazdıktan sonra şiiri bırakıp makale yazmaya da başlamamış di mi bu adam?
Hayatın akışına hürmetini eksik etmeyerek karşılamış kendisine doğru gelen her şeyi.

 Freud’un “nereye gitsem bir şairin benden önce oraya ulaşmış olduğunu gördüm” demesi de tam budur, fluluğa hürmetinin hakikate hürmetinin arkasında kalmaması gerektiğinin idrakindedir.

"Bana hakikati değil muradını ver. Olmak istediğin gibi görün olduğun gibi değil. Çünkü her yalan bir yaratış." diyen Cemil Meriç'i de anmadan olmaz!

Akıllı insanlar hakikatlerin hakiki olmadığını bilmese de seziyor işte.
Quantum demeden Quantum diyebiliyorlar.

22 Temmuz 2025 Salı

ARMUT

Gücümü içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim…demiş Dostoyevski.




Lifleri (mesela pamuk) oluşturan makromoleküller lif boyunca kabaca böyle sıralanır.

 

Tabi tam kristal, tam amorf diye iki çeşit dizilim yok, birbirine karışık ara formlar da var.

 

Lif, sağlamlığını kristalin bölgelerden alır, bu bölgeler oran olarak az ise pamuğumuz çıt diye kopar-kırılır.

Nem alma, elastikiyet gibi yeteneklerin kaynağı ise amorf bölgelerdir. Bu bölgeler olmasa boyama mümkün olmazdı, atletimiz gram nem almaz, muşamba gibi kaskatı dururdu üstümüzde.

 

Amorf; biçimsiz…demek.

 

Pamuğu pamuk yapan şey amorf bölgelerdir desek yanlış olmaz, teri çekmeyen atleti ben neyleyim di mi? Pamuğun bütün güzelliği o biçimsiz yerlerinde saklı, ama;
o biçimli-düzenli kristalin bölgeler olmasaydı pamuk hayatta kalamazdı, lifler ipliğe dönüşemezdi, iplikler dokunarak kumaş olamazdı, kırık dökük, toz gibi bir sürü pamuk cesedinden başka bir şeyimiz olamazdı.

 

Dostoyevski gibi gerçek insanların amorf bölge oranı çok yüksektir.
Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan şeyler, içindeki biçimsiz yerlerdir.
İçindeki zaten az olan kristalin bölgelerin amorf bölgeler tarafından işgale uğramasını engelleyememiş Dostoyevski…

 

Niye öyle işgal filan olmuş ki, savaş mı etmiş bu bölgeler? Evet. “İçimdeki güçsüzlükle boğuşurken” diyor zaten.
Dostoyevski, bir kumandan gibi kristalin bölgelerinin başına geçip amorf bölgelere saldırmış olmalı… ama daha kalabalık olan amorf bölgeler kazanmış savaşı, son kristalin bölgeler işgale uğramış, biçimsizlik iyice artmış …”gücümü tükettim” dediği bu.

 

Sürekli menfaatine konsantre… daha fazla güç için 7/24 savaşan… mal biriktiren, para biriktiren… sahip olduğu güç itibara dönüştükçe kendini başarılı bir tanrı gibi hisseden… şu dünyaya gerçek anlamda bir şey katmadığı halde kaynakları deli gibi tüketen… bir şeyin öyle görünmesiyle gerçekten öyle olması arasındaki farkı umursamayan… bu başarılı, bu kazanan yavşaklar… kristalin oranı % 100’e yakın şahıslardır.
Teflon gibi tipler işte bunlar, içine asla su almaz, sıcaktan pek etkilenmez (cehennemde napçaklar bakalım), herhangi bir şeyle gerçekten bir bağ kurmadığı için hiçbir şey kendisine yapışamaz.
Napçaksınız lan bu kadar başarıyı? Hikayenin sonunda sanki o her şeyi başarmış olan sen değilmişsin gibi “ölmek başarısızlığı”na uğramış olan yine sen olmayacak mısın? Manyak mısın?

 

Konular karıştı, konumuz yavşaklar değil ötekilerdi, gerçek insanlar.

 

Kızılay, muhtaçlara daha etkili yardım edebilmek için güçlü olmalı, kasası-deposu her daim dolu olmalı…diye bir cümle kurmak isterdim burada ama hayli zamandır Kızılay kelimesinin bende uyandırdığı tek duygu mide bulantısı maalesef.

 

İyi insanlar kendilerini sakınmalı… desek? İyi de kendilerini çok sakınırlarsa iyi insan olmazlar ki! Mahzuni kendisini Çeşm-i Siyah dediği kızdan sakınsaydı “işte gidiyorum çeşmi siyahım” türküsü ortaya çıkamazdı ki.
Adam o kadar iyi ki dağ başında tek başına yaşıyor… (Hiç fena fikir değil aslında)
Olmaz öyle, gerçek insana dönüşme yolunda yıpratıcı tecrübelere maruz kalmazsak bi bok olmaz ki bizden, di mi?

 

İçimizdeki güçsüzlüğü “halledilmesi gereken bir sorun”muş gibi ele almak… çağın vebasıdır.
Her incindiğinde soluğu psikologda almak ya da antidepresan yutmak hayata ihanettir. Kaldı ki psikolojisini doktorlara-ilaçlara tamir ettirmeye çalışan insanların derdi (genelde) daha iyi insan olmak değil, yeterince etkili kötülük yapamıyor olmaktır.
Mağduru iyi insan sanmak da yaygın bir hatadır ki kötü insanlar da mağdur edilebilir malum.
İyi insan diye gücünü adaletle kullanana, ezme imkanı olduğu halde ezmeyene, içindeki antisosyal dürtüleri vicdanıyla kontrol altına almış olana diyoruz, gerçek bir merakla şu dünyaya neden geldiğini düşünene-araştırana diyoruz.
Bizi insan yapan nasıl o içimizdeki güçsüz-biçimsiz yerlerse, bizi şekillendirerek mükemmele doğru ilerlememizi mümkün kılacak olan da kırılmak-yıpranmaktır. (Mükemmel, kusursuz demek değildir)

 

Her ne kadar genetik kodlarımız içimizdeki güçsüzlükle boğuşmaya programlıysa da;
İnsan içgüdülerinden büyüktür, ve;


Ulan güçsüzlüğümüzden başka neyimiz var?

 

 

Not: Mükemmel kelimesi için Tdk’nın tanımlarından biri de “kusursuz” fakat bu meşhur bir galat olabilir ancak.
Kelimenin kökü kemal, kemal de olgun demek. Mükemmel: kemale ermiş, olgunlaşmış.
Bir armut dalında aylarca büyüyor ve sonunda kemale eriyor, o kadar ki biri onu kopartmazsa kendisi dalından düşüveriyor. Kimse bana kusursuz armuttan bahsetmesin, hangi olgun armutmuş ki o kusursuzmuş?
Olgunluğu, olabileceği son hale geldiği anlamındadır sadece, tadı çok kötüdür belki de… olgun ve gayet kusurludur o armut. Ha yenir mi? Yenir.



4 Temmuz 2025 Cuma

O AN

 

İnsan zihni belirsizliği sevmez çünkü belirsizlikte bekasına tehdit vardır. Hakikati olduğu gibi heterojen ve degrade geçişli değil de homojen ve keskin geçişli olarak görmek istemesi de bundandır. Her şeyi olduğu gibi görmeye çalışan mutsuzlarla (realist) görmek istediği gibi gören mutsuzların (romantik) bir arada yaşamasına da hayat diyoruz. (Yanlış yazmadım, insan dediğin mutsuz bir şeydir)
Yani yargılar kesinliğe yaklaştıkça gerçeklikten uzaklaşır, kısa-basit-bilinen bir şeydir bu…

 

Ama;

 

Eşyanın tabiatındaki fluluğun aksine kesinlik arz ederken gerçekliğine halel gelmeyen şeyler var ki yazının konusu da budur.

 

Çocuk düşer, canı yanar, annesine bakar. Annesi “aman yavrum düştü” diye ünlerse ağlamaya başlar ama annesi gülerse o da annesiyle güler.
Anne teselli çeşmesini açarsa çocuk içer, gülerse güler, basit. Çocuğun bunlardan birini seçtiği bir “o an” vardır ve seçimde annenin tavrı önemlidir.
Ha tabi çocuk fena düşerse anasına manasına bakmadan feryadı koyverir o ayrı, bazı dertler gerçektir, bazıları edinilmiş derttir nitekim.

 

Aşık olurken de bir “o an” vardır, verilmiş karardır aşk, bir şeyin karşısında durur kendini bırakır ya da bırakmazsın. İşin tuhafı bünye bu kararı alır-uygular da sana söylemez, farkında olmadan zokayı yutmalar da vardır, kendini aşık sananların aslında öyle olmadıklarını anlaması da.

 

Annesinin açılmış kucağına ağlayarak atlamak ya da anneyle birlikte gülmek…her ikisinde de çocuğun menfaati var, her ikisi de sıkılmaktan iyidir çünkü! İnsan dediğin menfaatini kovalayan bir şey zaten, bu hesapla demek ki aşık olmakta da olmamakta da menfaati var...

 

Bahsettiğim “o an” kesinliğinin objelerin-olayların kimyasında değil de insanın o kimyayı karşılama biçiminde… daha da doğrusu mevcut gerçekliği vesile bilerek bir şeye dönüşme ya da dönüşmeme kararında… olduğunun farkında olmak lazımdır.

 

7 saniye kuralı diye bir şey varmış intihar işinde, şahıs kesin olarak intihara karar verdikten sonra 7 saniye içinde eylemek geçmek zorundaymış.
7. saniye sonunda hala bir şey yapmamışsa topladığı cesaret dökülüveriyormuş ve sıfırdan cesaret toplamak zorunda kalacağı yeni bir döngüye giriyormuş.
Eh, aşka benziyor bu 7 saniye işi, kendini bıraktığın ya da bırakmadığın bir “o an” var… yalnız aşkta süre 7 saniyeden kısadır bence:p

 

İstifa kararı, boşanma kararı, uzun uzun yazdıktan sonra “gönder”e basmak vs. örnek çok.
Hepsinin içinde 7 saniyeye sıkışmış bir “o an” var.

 

Can sıkıntısından dağın tepesindeki kayayı yuvarlayan şahıs; kayanın düşmesi bitince yine sıkılacaksın… biliyorsun değil mi?

 

 

 

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...