29 Kasım 2012 Perşembe

KULAK MİSAFİRİ


-          Kendine iyi bak.

-          Neden?

-          Lafın gelişi yani.

-          Nerden?

-          Ne nerden?

-          Laf geliyomuş ya, nerden? Laf mı geliyo bana?

-          Ya sanki “lafın gelişi”nin ne olduğunu bilmiyorsun! Anladın işte.

-          Velev ki anladım…laf geliyo…neyse gelsin tamam. Peki ya gelmezse? İyi bakmayacak mıyım o zaman kendime? Benim kendime nasıl bakacağım senin ne idüğü belirsiz lafının bi yerlerden gelip gelmemesine mi bağlı aşkım?

-         “Aşkım” demesen bana artık…ayrıldık biz az önce biliyorsun ki.

-          Neden?
-          Ne neden?
-          Neden ayrıldık?
-          Konuştuk ya!

-          Ne konuştuk? Aklım başka yerdeydi benim, bi daha konuşalım.

-          Ya ayrılık konuşmasını bile dinlemeyen bi insansın, biz nasıl bunca zaman bir arada kaldık asıl onu sormak lazım.

-          Velev ki sordum, onu da anlat.

-          Öfff…anlaşamıyoruz biz, birbirini anlamayan iki insanız işte, ayrılmamız daha doğru olurdu, ayrıldık.

-          Bunca zaman bir arada kaldık dedin, onu da anlat, neden kaldık?

-          Bilmiyorum…bir alışkanlıktık belki birbirimiz için.

-          Aşkım maşkım diyodun, alışkanlıktı yani onlar hep.

-          O kadar basite indirgeme lütfen…ama alışkanlık da önemliydi bence.

-          Aşkım demeye mi alıştın? Yoksa zaten öyle bir alışkanlığın vardı da çevrende “aşkım” diyeceğin birini istihdam etmek için  beni mi tuttun anlamadım ki?
-          Saçmalıyorsun… Peki, aramızdaki hukukun hatırına tekrar deneyeceğim anlatmayı. Şöyle sorayım, ben sana yarım saat ayrılık anlattım, üzgün olduğumu anlattım, hislerimi anlattım, hatta bi ara gözlerim doldu, önemli şeyler anlattım... Neden dinlemedin beni, aklın başka yerdeymiş, nerdeydi?

-          Dişlerine bakıyordum.

-          !!! Nasıl diş? Ne? Bir şey mi var dişimde?

-          Yok ya öyle değil, bi şey yok dişinde. Sadece sen konuşurken dişlerin yukarı aşağı kalkıp iniyordu sürekli.

-          Eee?

-          Onlara baktım işte. Senin çıkarttığın sesin onlardan geldiğini düşündüm. Konuşmalarını onların hep bir ağızdan konuşması gibi algıladım, ne bileyim kavgalı bi oturum gibi işte… bi liderleri var mı acaba , oturum başkanı hangisi diye düşündüm.. Boyuna tartışıyorlardı, ne dedikleri de anlaşılmıyordu çünkü hepsi birden konuşuyordu, onları anlamaya çalıştım. Arkadakilerin sesi boğuk çıkıyordu, sen ağzını açtıkça azı dişlerini de görmeye çalıştım ki görürsem ne dediklerini anlayacaktım sanki.

-          Eee ne diyorlarmış?

-          Anlamadım valla. Bi ara anlar gibi oldum, garson boşları toplamaya geldi, kolumu dürttü…sen de susup ağzını kapatınca…içeride karanlıkta konuşmaya devam ediyorlar mı acaba diye düşündüm.

-          Ediyorlar mıymış?

-          Sanmam. Ben bakmazsam konuşmazlar ki. Belki biraz fısıldaşma. Bi de onları sevdiğimi düşündüm…onlar da beni seviyor mudur acaba diye düşündüm.

-          Seviyorlar mıymış?

-          Bilmiyorum…Beni sevmeleri için özel bir sebep bulamadım ama neden sevmesinler ki? Aramızda bir husumet yok neticede, ısırmadılar da şimdiye kadar.

-          !!! Çok tuhaf bir insansın, sana ne desem bilemiyorum! Allah aşkına konumuzla ne ilgisi vardı bunların?

-          İlgisi falan yok, sordun söyledim. Hem konu ne ki?

-          Üfff…bu kadar yeter, baştan alamayacağım. Gidiyorum ben.

-          Sittir git.

26 Kasım 2012 Pazartesi

GICIK OLDUĞUM LAFLAR


KEYİFLİ : Çok keyifli bir mekan, çok keyifli bir kokteyl, çok keyifli bir şarkı…
Şarkı nasıl keyifli ya? Bacak bacak üstüne atıp nargile mi içerken mi görülmüş? “Keyif verici” İle “keyifli” ifadeleri  arasındaki sevimsiz uçurumun farkında mısın a gafil kişi?

ÇOK BAŞARILI : Yemek nasıldı? Çok başarılı!
Yemek neyi başarmış? Harward’dan dereceyle mezun mu olmuş? Olimpiyat rekoru mu kırmış?
Yoktu bu eskiden, son zamanlarda türedi, olur olmaz her şeye “çok başarılı!”
Bu ifadeyi asıl sevimsiz kılansa içine acemice gizlenmiş kibir, böyle kof-kalitesiz bir kibir. Yani adamımız o konuda otoriteymiş de bir şeyleri başarılı-başarısız ilan etme mührü varmış elinde… iltifatı da çok makbulmüş ve o ürünü çok başarılı bulmuş. Her an “başarısız” da ilan edebilir yani.
Maria Callas sence nasıl bir soprano? Çok başarılı!
Hasktir ordan!
Not: “Beğeniyorum”un, “seviyorum”un, “hastasıyım”ın  suyu mu çıktı! Maria Callas’ı da sevmeme-dinlememe özgürlüğün var nitekim.

Bİ ŞEYİNE SAĞLIK: “Eline sağlık, ayağına sağlık” hariç, kalan bütün “sağlık”lar.

ATARLANMAK: Bu da yeni çıkmış. Bu anlama gelen bir çok kelime zaten mevcut iken böyle sevimsiz bir kelimeyi konuşma diline sokmaya çalışmak!!! Kısa ömürlü olur, tez unutulur inşallah.

ÇAĞDAŞ: Oldum olası sevmedim. O kadar kaypak, asli anlamından o kadar uzak şartlı refleks çağrışımlarla algılanan bir kelime ki…Bu kelimenin her kullanımı dayatmadır, bu kelimeyi kullanarak atılan her yumruk belden aşağıdır, faüldür. Demagogların vazgeçilmezidir.
Not:  Lafım aynı çağda yaşanmışlığı kast eden haline değil elbette.

SEVGİLER: Mesajların sonuna fütursuzca ekleniyor. O mesaja cevap verirken ayıp olmasın diye benim eklediğim de oluyor bazen ama…kerhen. Ne bileyim, böyle ucuzluktan alınmış hissi yaratıyor bende. Kampanya zamanı bolca alınmış, olur olmaz her mesajın altına bir tane iliştiriliveriyormuş gibi.
Eskiden “muhabbetle” denirmiş ki aşağı yukarı aynı manalara geldiği halde buna gıcık olmuyorum, bilakis hoşuma gidiyor. Benimki de şartlı refleks mi ki acep?

AŞKIM: “Aşkım gelirken domates almayı unutma!”
Aşk’la domates aynı cümle içinde kullanılmaz, böyle olmamalı :p
 Hem zaten cümlede görüldüğü üzere “domatesle gelmek” “gelmek”in önüne geçiyorsa artık…  o senin aşkın falan değildir, belki de hiç olmamıştır. Gelirken domates almayı unutursa ne olacak peki, fırça mı atacaksın aşkına?
 “Aşkım ben ağda yapıyorum telefona bakar mısın?” İğrençç!

AYDIN: Sorun kelimenin kendisinde değil de kişi başına düşen gerçek aydın sayısının aşırı düşük olduğu bu coğrafyada (maalesef öyle) bu kadar yoğun kullanılıyor olmasında, olmayana ergi hesabı… Kelime, şartlı refleks çağrışımları asli anlamını örtecek şekilde ve bu denli yoğun kullanılıyor olunca gıcık oluyor haliyle insan.
Aydınlatıyor iddiasında olmak da  gerçek bir aydının yapacağı en son şey zaten.  Sevimsizlik kelimenin özünde.

İVME: Bunda da sorun kelimede değil kullanımında. Ne olduğunu tam olarak anlamamış insanlar tarafından yanlış manada kullanılıyor sürekli, “hız”la karıştırılıyor. Hızın değişim hızı demek ivme, mühendis olduğum için nasıl bir şey olduğunu anlayabiliyorum haliyle de… mecazi bir yansımasını cümle içinde kullanma gereği hissetmedim hiç! Daha havalı olmak adına bu kadar kastıracaklarına basitçe “hız” deseler… daha ferah bir yer olur bence dünya.

BENDENİZ:  “Köleniz” demek. “Bende”de doğrudan “köle” demek zaten.
Zamanında karşısındakilere “kölenizim” kabulüyle hitap etmeyi, bu sırnaşık-samimiyetsiz kelimeyi hitap listesine sokmayı akıl eden yalaka kişiye gıcık olmakla kalmayıp bu kelimeyi anlamından habersiz (bilen kullanmaz zaten) kullananlara da gıcık oluyorum.  Komiklikli bir kibarlık elde etmeyi umarak kullanıyorlar…ummasınlar!
“Ben deniz” şeklinde ayrı yazanını bile gördüm, deniz olmaktan kastı neyse artık! Kelimenin ne benle, ne senle ne de denizle ilgisi var…sen de köle falan değilsin zaten, kullanma öyle bilmediğin şeyleri, bu kelimeyi kullanmadan da havalı olabilirsin :p
Not: Bu hesapla “efendim”e de gıcık olmam lazım ama o iyice evrim geçirmiş, asli anlamından uzaklaşmış bir kelime, ona olmuyorum.  Malum, galat-ı meşhur lügat-ı sahihten evladır, öyle olmayaydı “lütfen” de diyemezdik gönül rahatlığıyla.

22 Kasım 2012 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR - 19

Bi kırığın varsa manita sahibi bi insansın ya da kolun-bacağın alçıda.
Ama bi kırıklığın varsa hasta olmak üzeresin.
Kalbin kırıksa çok fena ama kafan kırıksa sadece dayak yemiş ya da düşmüşsün.
Arkandan “kırık” diye bahsediliyorsa delimsirek ya da çılgınsın.
“Kıçı kırık” var ki bi de bambaşka!
Kırık link, ışığın kırılması, kaç geldiği belli olamayan kırık zar vs. başka tuhaf kullanımları da yok değil.
Acayip bir kelime bu “kırık” vesselam!

Facebook’a yazdığım bişiler birilerinin beğenisine mazhar olduğunda “ Süleyman Küsur senin durumunu beğendi” şeklinde bildirim alıyorum… Yalana bak! :p
Tersi de var tabi, ben de birilerinin durumunu beğeniyormuşum. O da yalan. Bi tek Ali Ağaoğlu’nun durumunu beğeniyorum (çok parası var) o da hal ve gidişten kaybediyor :p

Kitap fuarına pazar sabahı erkenden gittim ki çekirge sürüleri olmadan bakabileyim kitaplara. (Çekirge dediğim öğrenciler, kung-fu’daki gibi) Ama ne mümkün, her yerdeler ve  Allah’ım ne kadar çoklar!
Bu arada yukarıdaki kırık muhabbetinin aklıma gelmesine sebep, üzerimde an itibariyle fena halde kırıklık olması. Bu kırıklığın sebebi de dünkü kitap fuarı macerası, zaten yorgundum, beter oldum.

Fatih Altaylı, Fazıl Say için “korkarım ilgi çekmek için bir gün Nişantaşı caddelerinde kıçını açıp gezecek.” yazmıştı. Son ifrazatı “arabesk dinlemek vatan hainliğidir.” den anlaşılacağı üzere kendisi dibe hayli yaklaşmış durumda. İlgi çekme faaliyetlerinde doz aşımı esastır, kalabalıkların ilgisini çekebilmek için bir öncekinden daha ilginç olmak zorunda Fazıl Say… Bu sebepten sıranın kıç açmaya gelmesi uzak değil. Senin için üzgünüm Nişantaşı, dikkat et kendine!

İnsanları içlerini gerçekten görebilme imkanımız olsaydı…başlarda merak ve gafletle bakardık belki ama sonrasında bakmazdık asla.
Kimse masum değil, herkes hin ama herkesin içinde her nasılsa kalmış bir parça masumiyet mevcut ve başkasının pisliği insanın o masum bölgeleriyle muhatap oluyor. Yani farklı beyinlerdeki pis düşünceler birbirleriyle iletişimde değil ama birinin pisliği diğerinin masum bölgesini kirletiyor, rahatsız ediyor… bu sebepten bakmazdı kimse birbirinin içine.
Olan şeylerin aslını öğrenmek imkanımız olsaydı…öğrenmezdik.

Oturduğum yerde üşengeçliğin kitabını yazsam yazardım şu sıralar…üşenmeseydim.

Baktığım  şeylere artık “bunun fotoğrafı şurdan şöyle çekilir-çekilmez” gözüyle bakmıyorum artık. Fotoğraf çekmeyi galiba bıraktım. O beni bıraktı ya da.

Maç izleyen, takip eden hatta heyecanlanan insan olmak isterdim. Kaç paraysa verip lig maçlarını yayınlayan kanala abone olayım falan. Deniyorum aslında, zorluyorum kendimi ama…sıkılıyorum yaa!
Bi de İddaa oynayasım var ama çok karışık! Ulen 12’yle 4’ü hesap makinesinde çarpan adamlar nasıl bu kadar kolay nasıl çatır çatır oynuyor bu oyunu!.. çözemedim valla ben bu İddaa işini, çizelgeler çizelgeler, kenarlarda notlar falan!

Şu bloga yazı yazmak parayla olsaydı ne güzel yazardım kim bilir…
Beleş ya, sıkıyorum aklıma her geleni!
(İşin aslı: yazmazdım, hiç yazmazdım o zaman)

Facebook hesabımı dondurdum. Benden çaldığı vakitleri hayatıma eklemeyi düşünüyorum. Eee ne demişler, bir insan kafasını çalıştırırsa rahat eder. Tabi ki biliyorum kafamın çalışmasının bana rahatlık değil bela getireceğini, rahatlığın benim için kolay erişilir bir şey olmadığını ve bir müddet sonra o hesabı tekrar aktif hale getireceğimi ama...
Hah işte, o "ama"nın üzerine kocaman bir 3-5 katlı bina dikme planlarındayım.

Satranç oynarken rakibe küfür edilir mi? Hem de rakip bilgisayarken...
Ben ediyorum!

18 Kasım 2012 Pazar

SABAH


Sabah çok erken camlardan girip girip yanıma gelen… değdiği her şeyi güzelleştiren, o zengin o hayat dolu ışık…yani hayatın bizatihi kendisi o ışık…sabah ışığı…
Bende bir şeyleri kaçırıyormuşum hissi uyandırıyor hep.
Doğrudan üzerime doğuşunda bir düşmanlık seziyorum. Ama değildir, kimsenin düşmanı değildir sabah güneşi. Selam vereceği adamı seçer sadece o kadar.
Pişman olmak için en güzel saatler bu saatlerdir. Eh, olurum ben de…

17 Kasım 2012 Cumartesi

KENDİMİ

Çocukken, konuşmaya ilk başladığım günlerimden itibaren bana sorulan klasik “en çok kimi seviyorsun” sorusuna hep aynı yanıtı vermişim. Hangi halde ve kim sorarsa sorsun 2,3,4 numaralar değişse de 1 numara asla değişmemiş, ısrarlara rağmen ısrarla değişmemiş. 
Kimi seviyorsun en çok? Kendimi.

Seviyorum lan hala kendimi…bazen!

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...