22 Mayıs 2012 Salı

MUHTEŞEM Mİ YÜZYIL?

Evet, o yüksek ratingli, bol tartışmalı diziyi kast ediyorum. Bu diziyi tartışanlar dizi taraftarları ve karşıtları olarak iki çeşit…ne yazık ki.

Diziye karşı olanlar gerçekleri yansıtmadığı için bence haklıdır…ama karşı çıkma sebepleri gerçekleri yansıtmaması değil! Diyorlar ki : Bizim muhteşem atalarımızı kötü gösteriyor…
Yani muhteşem olduğu peşin peşin kabul edilen atalar olduğundan daha iyi gösterilse dizi karşıtları anında taraftara dönüşecek.
“Bu bir filmdir, belgesel değildir, birebir gerçekleri yansıtması beklenmemelidir.” fikrine asla katılmıyorum, kahramanlarınız  tarihte yaşamış gerçek kişilerse gerçek kaygısı gütmek zorundasınız.
Osmanlı’yı kötü gösteren her şeyden memnun olan kitle de otomatik olarak diziye taraftar olmuş oluyor, onların da “Osmanlı kötüdür çünkü cumhuriyet iyidir.” şeklinde tuhaf bir siyah-beyaz mantık silsilesi var…Allah ıslah etsin ne diyeyim!

Dizinin adı iki anlamlı, Kanuni Süleyman’a  Avrupa’lılar tarafından takılan “muhteşem” lakabını kast ediyor bir yandan, diğer yandan da Kanuni’nin hüküm sürdüğü 16. yüzyılı “muhteşem” olarak değerlendiriyor.
Avrupa’lılar Kanuni’ye neden “muhteşem” dedi? Bunu konuşmak  lazım ama önce 16. Yüzyılın Osmanlı için muhteşem olup olmadığını düşünmek lazım.
İçinde duraklama devrinin başladığı 1579 tarihi olan bir yüzyıl Osmanlı için nasıl muhteşem olabilir?
Basit fizik kuralıdır, bir şey durmadan önce yavaşlamak zorundadır….demek ki 1579’dan önceki yıllarda da yavaşlamayı aramak lazım.
Kanuni ne zaman öldü? 1566’da, yani duraklama devrinden sadece 13 yıl önce.
Peki 1579’da ne oldu da o yıl tarihe “duraklama devrinin başlangıcı” diye geçti? Sokollu Mehmet Paşa öldü…kendisi sadrazamdı.

Yorumsuz bir şekilde, basit bir mantık yürütme ile 36 padişahın en uzun süre hükmeden (46 yıl) padişahının hem koca imparatorluğu duraklamakla yüz yüze bırakan bir yavaşlamayı hazırladığını hem de ülkeyi bir sadrazamın ölmesi ile duraklayacak kadar işlemez hale getirdiğini söyleyebiliriz.

Kanuni’nin ömrü seferlerde geçti, babasından 6,5 milyon kilometrekare olarak aldığı ülkeyi 46 yılda 14,5 milyon kilometrekareye çıkarttı…yani filmde gösterildiği gibi ömrü harem kadınlarıyla diz dize geçmedi…keşke geçseydi!

Kanuni’nin stratejiden uzak, ülke sınırlarını genişletmekten ibaret devlet yönetme anlayışı Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Kendisinin  büyük dedesi Fatih’ten ya da babası Yavuz’dan stratejik bir genetik miras aldığını ne yazık ki söyleyemeyiz…Asıl muhteşem olan padişahlar onlar idi.

Kanuni’nin dönemi yeni fetihler dönemi değil sindirme dönemi olmalıydı, babası Yavuz ülkeyi sadece 8 yılda 1,5 milyon kilometrekareden 6,5 milyon kilmotreye çıkartmıştı, o da tıpkı dedesi gibi (2. Bayezid) fetihsiz bir sindirme döneminin mimarı olmalıydı, misyonu fatihlikten değil sindirmekten yana idi…ama öyle yapmadı.

Kanuni’nin devlete vurduğu asıl darbe şuursuz fetihler yapması mı yoksa asıl padişah olması gereken oğlunu (Şehzade Mustafa) boğdurtup 2. Selim’in (Hürrem’in oğlu Selim, lakabı çok: Sarı Selim, Avcı Selim, Sarhoş Selim) padişah olmasını sağlaması mıdır?...tartışılır. Ancak ölümünden sadece 13 yıl sonra bir sadrazam öldü diye koca imparatorluk duraklıyorsa…Mustafa’yı boğdurtması daha büyük bir kötülüktü sanırım….imparatorluğa.

Sultan Süleyman’a Avrupalılar’ın neden “muhteşem” dediklerini anlamak zor değil zira O’nun kadar Avrupa’ya iyilik etmiş padişah yok… Kendisine “Kanuni” lakabını verilmesini ise adaletsizliği körükleyen kanunları bolca çıkarttığı için bir çeşit “dalga geçme” olarak tarif eder Kemal Tahir.

Şimdi, tam burada…kime ne desem, nereden başlasam bilemedim!
Her şeyi ince ince (hep çift defter) kayıt altına almış Osmanlı’nın haremle ilgili tek bir sayfalık bir kaydı olmadığı halde, harem Osmanlı’nın en bilinmezi olduğu halde koca bir dönemi ayrıntılı harem sahneleriyle anlatmaya çabalayan zihniyetin art niyetli ve etik olmayan tavrına mı laf etsem…
Hangi atasını neden yücelttiğini bilmeden salt “atamıza laf ediyorlar” fikriyle diziye ateş püsküren “muhafazakar” etiketli kitlenin meraksız ataletine, peşinciliğine mi laf etsem…
Osmanlı için olumsuz cümleler kuran her şeyi başının üzerinde taşıyan meraksız kitlenin peşinci coşkusuna mı laf etsem…
Dizide geçen isimleri herhangi bir zamanda herhangi bir yerde geçen kurgu bir hikayeyi izler gibi izleyen çekirdek sever meraklı kitleye mi laf etsem…(evet, sonunda ne olacak diye merak ediyorlar...sonunu söyleyip keyif kaçırasım var;  Mustafa, Nahcivan seferi esnasında babasının emriyle boğulacak, Kanuni Zigetvar seferinde eceliyle ölecek, Selim tahta çıkacak, Mustafa’nın anası gözden düşecek, ömrünü fakirlik içinde Bursa’da tamamlayacak, tahta geçen 2. Selim hamamda sarhoşken ayağı kayıp kafasını kurnaya vurmak suretiyle ölecek yerine 3. Murat geçecek. )

Nasıl bir kötü şeydir ki bu, meraklılar ayrı meraksızlar ayrı suçludur…Ne desem ki…

8 Mayıs 2012 Salı

FA-FE


Fikirlerimizin hür aklımızın eseri olduğunu iddia ederiz  ya…nasıl da komiğizdir!
Akıl hür falan değil bi kere…olamaz da çünkü karnımız acıkıyor, çünkü yer çekimi var!

Fikirlerimizi bulunduğumuz yer belirliyor…misal otobüs.
Özellikle sabahları ve akşamları belediye otobüsü yanaştığı duraktaki yolcuları alamayacak kadar dolu olabiliyor, ben çok gördüm, oluyor böyle. Otobüsün ön tarafları tıka basa insanken orta ve arka tarafları daha seyrekçe olur hep ve aşağıdan bunu gören “otobüs binemeyenleri” bağırır:
İlerlesenize kardeşim, arkalar boş, binemiyoruz, bizim de işimiz var, biz de ekmek peşindeyiz, geç kalacağız!
Şoför de kalkar, arkaya döner ve aynı fikri dillendirir:
Arkalar boş, ilerleyelim lütfen!
Orta ve arka taraflar bir müddet sessiz kalır hep…ama bakarlar ki otobüs bir türlü gitmiyor, onlar da kendi fikirlerini iletirler:
Kardeşim balık istifi mi yapacaksın, doldu işte otobüs, nereye binecekler yer mi var! (Buradaki “kardeş” şofördür, şanslı orta-arka sakinleri aşağıdaki binemeyenleri muhatap almaz, kardeşten saymaz. Bunun sebebi bir türlü gitmeyen otobüsü götürecek kişinin şoför olması olabilir.)

Binemeyenlerin şikayetlenmesini haksız bulamayız, işlerine-okullarına yetişeceklerdir, ekmek derdindedirler, müdürleri kızacaktır, sınavları vardır, onların da binmiş şanslılar kadar hakkı vardır o otobüse binmeye, talepleri gayet insani ve haklıdır.
Beri yandan balık istifi değil de insan gibi gitmek isteyen orta-arka sakinlerinin “almadan gidelim” fikirleri de haksız değil, insan gibi yolculuk etmek istiyorlar işte, insani bir talep değildir de nedir bu?
Tam burada yeterli otobüs koymayan belediyeyi suçlamak da mümkün ama buna karşılık belediye yetkilileri de “iyi de gündüz boş gidip geliyor bunlar” diyebilir. Kaldı ki sabahın köründe belediyeyi suçlamak kimsenin işine yaramaz, otobüse binenler ve binemeyenler diye iki sınıf oluşmuştur, binemeyenler dilekçe yazmaktansa binmeye zorlamayı tercih edeceklerdir. Binenler de şoförü zorlamayı tercih eder “gidelim gidelim” diye.

Orta okul çocuğu kafasıyla bu denk düşmeyi bir türlü anlamazdım ben…
Nasıl olur da her sabah “balık istifi de olsa herkes otobüse binmeli” görüşünün savunucuları (kolaylık olsun diye bu gruba “fa grubu” diyelim) hep otobüse binemeyenlerden oluşurken “insan gibi gitmek lazım, balık istifi olmaz” diyenler (bu grup da “fe” grubu olsun) hep otobüse binmeyi başarmışlardan oluşurdu… fa fikir akımının temsilcileri hep otobüse binememiş, fe fikir akımının temsilcileri de hep binmiş oluyordu, bu kadar da tesadüf…nasıl olabilirdi ki?

Tabi ki bunun tesadüf falan olmadığını…bu gün “ilerlesinize kardeşim” diye bağıranın yarın otobüse binmeyi başarırsa “balık istifi mi olacaz kardeşim” diye bağıracağını kestirebilecek kadar zekiydim o yaşlarda da.( ya da bunu kestirebilecek kadar kaybolmuştu masumiyetim)

Fa ya da fe olmak düşünüp düşünüp bir fikre varmanın, bir fikir akımına tabi olmanın ifadesi değildir…otobüse binmiş-binememiş olmanın ifadesidir. Fikir zannettiğimiz, doğruluğunu savunduğumuz bu şey bir düşüncenin ürünü değildir, bir “o an bize öyle gelme”dir.

Evet…o an bize öyle gelir…demek ki bulunduğumuz yer “fikir”lerimizi belirleyen tek etken değildir, bir de zaman etkilidir ki “o an” diyorum. “Olayları ve kişileri zaman ve şartlara göre değerlendirmek lazım” diyenler bunu kast ediyormuş demek.

Bu “o an bize öyle gelme” ile “işimize öyle gelme” arasında fark hem vardır hem de yoktur. Bilgi sandığımız şeyin aslında inanç olmasıyla ilgilidir. Biz öyle inanıyorsak öyle olup olmaması neyi değiştirir ki “bizim için”? Bilgi sandığımız şeyin inancımız olmasının farkına varırsak “o an bize öyle öyle gelme” ile “işimize öyle gelme” arasında fark oluşmaya başlar bizim için…ne kadar farkına varırsak o kadar fark oluşur. Vicdan denen şey de o farkındalık oluştuktan sonra çalışmaya başlar…merhamet devreye girerse o farkındalığa da ihtiyaç yoktur da…uzun ve başka bir konu bu, girmemek daha iyi.

Bu fa-fe ne kadar fikir akımıysa sağ-sol da o kadar fikir akımıdır bir bakış açısına göre. Kastım ezenler-ezilenler değildir, dahil olacağınız grubu belirleyenin durduğunuz yer olduğunu kast ediyorum.
Ve dünyaya ne kadar aynı yerden bakarsanız, empatiden ne kadar yoksun olursanız o kadar radikal olursunuz, karşı kampa karşı kıyıcı olursunuz…Beşiktaş’lı olduğu için, Galatasaray’lı olmadığı için insanların dövülebildiği hatta öldürülebildiği bir dünyadan bahsediyoruz, bunu yapabilen insanlardan bahsediyoruz…konumuz bir çok şey olabilir ama fikir değildir, düşünce değildir…

12 eylül öncesi dönemde gece yarısı militanlar yolda giden arabayı durduru ve sorardı:
Sağcı mısın solcu musun?
Şoför soranların hallerinden tiplerinden sağcı mı solcu mu olduğunu kestirmeye çalışırdı “ben de sizdenim, bana dokunmayın” diyebilmek için. Çevirenler sağcı ise sağcı, solcu ise solcu olma eğiliminde idi aracı çevrilen kişi…
Çevirenler de aptal değildi elbette, ne taraftan olduklarını belli edecek işaretler bırakmadan sorarlardı “sağcı mısın solcu musun?” diye.
İnsanlar sağcı ya da solcu idi, o kadardı, kendi tarafındansa iyi, değilse kötü idi…kendi tarafındansa en iyi şeylere layıktı, değilse ona yapılacak her zulüm hak idi…
Neci olduklarını kestiremeyen araç sahibi “gardaş ne sağcıyım ne solcu, ben bilmem öyle şeyler, evde çoluk çocuk var, ekmeğimin peşindeyim” derdi yalvaranımsı bir makullukle ve anlayış beklerdi.
“Gardaş” bu tip durumlarda işe yarar bir hitaptı… adam normalde şiveli konuşmuyorsa bile “halkı için çabalayan, halkı için canını tehlikeye atmış ve halkının büyük çoğunluğu köylü olup “kardeş”e “gardaş” diyen insanlardan oluşan bu insanlar”a “kardeş” diye değil de de “gardaş” diye hitap ederdi…bi umut. Korkan insan köylüleşir yani…hapishanelerde de rock’n roll değil bağlama çalar zaten…
Hikayenin bundan sonrası farklı farklı gelişir…bazen içlerinden biri adama acır da bırakır, bazen bırakmaz…bazen arabadaki kadın ve çocuk militanların merhamet duygularına dokunur da bazen arabada çoluk-cocuk olmaz…
Ama bu hikayelerde değişmeyen şey güvenli sohbetlerde görüşlerini büyük cesaretlerle, yüksek kesinlikle ve bağıra bağıra ifade eden sıkı sağcı-sıkı solcu insanların bu çevirmelerde birden ekmek peşindeki apolitik insanlara dönüşmesiydi…

12 eylül darbesinin yargılandığı şu günlerde darbeden 2 yıl sonra insanların nasıl olup da darbecilerin anayasasına % 91.3 oranında evet dediğini anlayabilmek için şartlar ve zaman faktörlerini doğru değerlendirmek gerekir. Aynı şekilde halkın bu oylamadan 5 yıl sonra “bunlar politika yapamasın” dediği kişilere % 50.16 ile “politika yapsın” demesini de  anlamak zor olabilir sadece “şimdi”yi yaşayan insanlar için. % 49,84’ün “hayır, bu adam politika yapmasın” dediği kişiyi 4 yıl sonra başbakan seçmesi ise bambaşka bir durum :) Hiçbir karara doğru ya da yanlış demiyorum, sadece bakarak süzmeye-anlamaya çalışıyorum…11 yıl bu kadar büyük farklılıklar yaratır mı? yaratıyor işte, oldu bunlar.

“Bir fikir kesinleştikçe gerçeklerden uzaklaşır, gerçeğe yaklaştıkça kesinlikten uzaklaşır.” diyen Einstein artislik olsun diye etmemiş bu lafı…
Beri yandan “kainatta birbirine eşit iki şey yoktur.”
“Bir şey biliyorsam o da hiçbir şey bilmediğimdir.” diyen Sokrates de artisin teki değildi, oldukça ciddiydi bunu söylerken.
“Kitleler düşünmez maruz kalır” ya da “Kitlenin düşünecek bir beyni yoktur ancak sizi alıp en tepeye çıkartacak ya da en dibe indirecek binlerce kolu vardır ahtapot gibi.” diyen Cemil Meriç’in bu sözleri de üstte yazdığım sözlerin geçerliliğinin sonuçsal ve sosyal ölçekte genişletilmiş ifadesidir.

4 Mayıs 2012 Cuma

ÖLÜ ŞEYLER

“Yaşasın 1 mayıs”…
Yazıyordu 3 gün önce her yerde.
1 mayıs yılın bir günü, miladi takvime göre 365 günde bir gelir, istesen de yaşar, istemesen de, canı yok ruhu yok, ölmesi söz konusu mu ki ona hayat dilekleri sunuyor insanlar…bir başka bakış açısıyla canlı mı ki acaba 1 mayıs, nihayetinde bir gün işte, yıla konmuş bir mim…canlı mı?
Bana “öff, bu kadar basit bir şeyi anlamamak için direniyorsun, bizim kastımız işçi bayramının hep kutlanması ve yüceltilmesidir, aptal mısın nesin?” diyebilmek için ortalama bir zekaya sahip olmak kafi…bir de yetersiz hayal gücüne…düşünmeye gerek bile yok bu yanıtı vermek için.

Diyorum ki ben; bazı kelimelerin şartlı reflekssel bir resim değeri var, anlam olaraksa tamamen boşaltılmışlar… Mesela bu “yaşasın”ı yüceltme amaçlı kullanarak yıllar önce ölmüş biri için de “yaşasın bilmem kim” diye tezahürat yapılabilir. (Mesela Nazım Hikmet, mesela Necip Fazıl vb.)
E iyi de adam ölmüş…senin “yaşasın” demenle dirilmez ki…saçma değil mi sence de vara yoğa “yaşasın” diye bağırmak…ne yaşar ne de yücelir sen öyle saçma sapan bağırınca.

Katili bilinmeyen cinayetlere “faili meçhul” denir “yapanı belirsiz” manasında.
Kimin yaptığı belli olmayan cinayet dışındaki işler için kullanılmaz bu tabir, bu tabiri kullananlar “fail” ve “meçhul” kelimesini de pek kullanmazlar, ama ortada öldüreni belirsiz bir ölü olduğunda hemen “faili meçhul” deyiverirler.
“Faili meçhul” bir kalıp…anlamı göz ardı edilir, bu tabir kullanıldığında zihnimizde anlamsal bir çözümleme yaşanmaz da bir görüntüyü algılar gibi algılarız bu tabiri…biri ötekini öldürüp kaçmıştır, bir resim gibi belirir zihnimizde “faili meçhul”, ortada olan şey şartlı reflekstir.
“Gözün aydın, Allah kavuştursun, geçmiş olsun, çok yaşa, kahrolsun filanca” gibi kalıplarda da aynı şekilde anlamı düşünmek yoktur, resmi algılamak vardır.

Yani kelimelerin hem renkleri  hem de anlamları vardır ve bir söz kalıbı yaygınlaşmışsa kelimenin rengi  anlamını bıçaklamış demektir.
Konuşmanızda “siyonistlerr!” diyerek birilerine verip veriştiriyorsanız islamcı, “emperyalistlerrr!” diyerek veriştiriyorsanız solcusunuzdur, halbuki aynı kişilerden şikayetçisinizdir ama kelime seçimlerinizin siyasi görüşünüzü ifşa ettiği düşünülür, bu bir ön yargıdır, şartlı reflekstir, içinde düşünce ya da fikir yoktur…şablonlara tutsak beyinlerin yararsız ve zararlı ön yargısıdır. (Siyonistle emperyalist tabi ki ayı şey değildir ama bu kelimeleri kullananlar hep aynı kişileri kast ediyordur.)

Yaşamayan şeyleri kelimelerle boyayıp aşık oluyoruz onlara, uğrunda ölecek kadar da önemsiyoruz, aklımızca yüceltiyoruz… Kavramlar, soyut şeyler, ölü şeyler biz onları parlatmamışken var bile değiller, soyut putlar yaratıp tapınıyoruz…Maça giden taraftar “ölmeye geldik” diye bağırıyor…neden ölmek istiyorsunuz, neden geldiniz?  Ülkesini ve milletini kurtarmaya azmetmiş (ve çözüm reçetesinden en ufak bir şüphesi bulunmayan) militan “kahrolsun” diye bağırıyor.  Halbuki ben bunca senedir bu lafı belki milyon kez duydum, bir tane kahrolmuş kişi ya da şey görmedim.
Bu kavramların, bu uğruna ölünecek reçetelerin içinde ne kadar bilgi, düşünce, muhakeme, değerlendirme, fikir var? Onlardan bahsederken hangi kelimeye anlamsal bir değer atfediyoruz? Altından sloganları çektiğimizde tepetaklak yuvarlanıp gitmez mi bu ölü soyut kavramlar? Sloganlar neden var?

1 mayısın kendisi de resim…
Adaleli, tulumlu, mağrur, kararlı ve biraz da kızgın bakışlı, 25-30 yaşlarında, saçı hiç dökülmemiş bir işçi elinde bir alet (genelde çekiç ya da anahtar) tutar hep 1 mayısta. “Emekçi” diye adlandırılan kitlenin ortalaması böyle bir resim…miş.
10 metrekare dükkanında tek başına ayakkabı tamir edip çoluğunu çocuğunu geçindiren adam patron olduğu için onun resmi meydanlara asılamaz,  gösterilere de alınamaz bu kişi çünkü patron…ağır şartlar altında çalışan cılız büro personelinin resmi de uygun düşmez meydanlara asmak için…illa damızlık görünümlü bir yiğit işçi olacak:) İşçisi her ay düzenli maaş alırken kendisi zarar eden bir patron da emekçi sınıfına dahil değil elbette, adam iflas edip ekmek teknesine kilit vurulunca (bir kişinin değil bir çok kişinin ekmek teknesi) lanet olası patron layığını bulmuş olacak öyle mi? Bu işçi, patron, emekçi birbirinden nasıl bu kadar kolay ayrılıyor da ayrılan bir kısmı için bayram yapılabiliyor?

Not 1: Kavga insanla kader arasında değil, insanla kelime arasında….Cemil Meriç.

Not 2: Yığınlar düşünmez, maruz kalır…Cemil Meriç.


Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...