Kafamda bir şeyler var ama o şeyler çok fazla, dağınık ve
uzun bir yazı olacağı şimdiden kesin.
Knut Hamsun ve Kemal Tahir'in benzeyen tarafları var.
Hamsun erkekliği anlatır-yüceltir, Tahir'se adamlığı.
Erkeklikle adamlık arasındaki farklar-benzerlikler
nereden baktığınıza göre değişim gösterir ancak ikisini bir arada zikretmek hiç
de sakil değil.
Hamsun fiziksel çalışmayı çok önemser-över. O kadar ki
erkek olmanın ilk şartı gibidir onda "aslanlar gibi" çalışıp alnının
teriyle eve ekmek götürmek. Kendisi de ünlü bir yazar olmadan önce Abd'de tren
yolu inşaatlarında ağır şartlarda çalışmıştır, alın terini iyi bilir.
Hamsun erkekliği çalışmak üzerinden cilalar ama inancım
odur ki erkeklikten ilk anladığı çalışmak değildir, olan şey dolaylı bir
anlatımdır sadece, onun erkeklikten ilk anladığı yakınmamaktır. Melali aşikar
eden cıvık duygusallığa tahammülü yoktur.
Bu tahammülsüzlük Tahir'in adamlık tarifiyle kesiştiği
yerdir. Kemal Tahir de derdi aşikar etmemeyi aşırı önemser, ona göre adamlık
söylemekte değil söylememektedir.
Az konuşan, asla yakınmayan, dedikodudan-entrikadan-yalandan
tiksinen, merhamet sahibi ancak merhamet dilemekten uzak duran, kendini övmeyen
kişi...erkekliği ve adamlığı tarifleri aşağı yukarı böyledir, farklı şeyler
anlatsalar da anlatmaktan muratları çok benzerdir bu ikisinin.
Hani "asaletim suskunluğumdan" diyorlar ya,
işte onun gerçeği.
Hamsun, Açlık romanında (iki kez okuduğum nadir
kitaplardandır) o bir yıl süren açlığını öyle süssüz ve ajitasyondan uzak
anlatır ki bu yalınlıktan rahatsız olursunuz. Rahatsız olduğunuz aslında
kendinizsinizdir çünkü siz oradaki belalardan çok daha azı için kıyametler
kopartmışken bu adamın böyle vakur kalabilmesi kendinizden rahatsız olmanıza
sebep olur.
(Anlattıkları gerçektir, iki kez birer yıl açlık
yaşamıştır, ikisini de Kopenhag'da yaşamıştır)
Pan romanında da birkaç paragrafı şu cümleyle bitirir: çetindir
aşk.
Aşkın elinden fena halde bizardır ama aşığına karşı da
sessizdir, derdini söyleyemez. Neler yaşadığını tıpkı açlığı anlatırkenki gibi
süssüz-abartısız anlatır, o yalın cümleler çok güçlüdür, hissettiği acı
açlıktan bile beterdir ama o yine de yakınmaz, o kadarını söyler sadece, sonra
susar: çetindir aşk.
Kemal Tahir'in okuduğum kitapları içinde bu konuyu en net
anlattığı roman "Yol Ayrımı"dır kanımca. Bir üçlemenin son kitabıdır
Yol Ayrımı, önce diğer iki romanı okumanız gerekir, onlarda da adamlık meselesi
enine boyuna masadadır ama asıl cümlelerini son kitaba saklamıştır.
Dizisini de çekmişlerdi bunun, büyük bir hevesle
oturmuştum başına ama bir bölüm dayanabildim sadece, o kadar güdük
anlatıyorlardı ki ikinci bölüme bakamadım. Dizi, romanın en can alıcı sahnesiyle
başlıyor. "Neyi satarsanız satın
ama bu yatak takımını satmayın" vasiyetiyle ölen eşinden hatıra yatak
takımını satmaktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ancak bu kurtulmayı önemli
saymayan, satılığa çıkartmış olmayı adamlığını satmış olmak için yeterli sayan
bir "adam"ın ağzından anlatıyor her şeyi o sahnede Kemal Tahir.
Kendisine yatak takımın satılmadan işin halledildiği,
takımın kurtulduğu "müjde"sini veren Murat'a şöyle cevap veriyor
yıkılmış haldeki Ramiz Efendi:
Yazık ettik! Satmadık, olabilir. Satılığa çıkardık ya... Ne
demektir satılığa çıkardık? Gözden çıkardık. Mutlaka savunulması gereken şeyler
vardır. Ancak ölümle elden bırakılır şeyler... Eliniz ayağınız tutarken, hangi
nedenle olursa olsun, onları yere çaldınız mı, gerisinin hiçbir değeri kalmaz.
Şöyle olmuş, böyle olmuş...kırılmış ya da kırılmamış...Birisi alıp gitmiş... Ya
da hiç kimse götürmeye layık görmediğinden gene size kalmış... Hiç kimse...
Çiğnemeye tenezzül etmediğinden... Nasıl eğilip yeniden alırsınız? Alsanız
n'olur? Neye yarar? Nereye koyarsınız? Nasıl bakarsınız yüzüne... Nasıl
bakabilirsiniz...
Bu sahneyi anlamak için dizinin ilk bölümünün ilk 10
dakikasını izlemek akıllıca gibi görünebilir ama hiç de öyle değildir, dizi
mahvetmiştir o sahneyi...anlamak için 2.5 kitap okumak gerekiyor. Çetindir
güzel şeyler!
Yıllar önce okuduğum halde bu sahnenin aklımdan çıkmamış olması
da, bu pasajı üşenmeden oturup kitaptan bulmam da, buraya yazmam da boşa
olamaz, çok mühimdir Ramiz Efendi'nin şu dedikleri. Ama dediğim gibi hakkını
vererek anlamak için önce 2.5 kitap bitirmek gerekiyor.
En sakınman gerekeni gözden çıkardığın halde kimse
çiğnemeye tenezzül etmediği için sana kalmış olan hala değerli midir? Tek
soruluk adamlık testidir bu.
İlkesizlik, makyavelizm, oportünizm, pragmatizm...
adamlıkla zerre bağdaşabilecek şeyler değildir, toto sıkışınca bunlardan birine
ne kadar başvurduğundan anlaşılabilir bir insanın adamlığı, güneşli günde
kolaydır adamlık ama hava lodosa dönünce...zor işler!
Yıllar önce dinlediğim, radyodaki canlı bir Attila İlhan
röportajından:
İlhan: Efendim, eskiden de insanların zenginliği,
yakışıklılığı-güzelliği, mevkisi filan konuşulurdu ancak bunların yanında bir
de adamlığı konuşulurdu. Şimdi değişen odur, zenginlik-mevki vs. yine
konuşuluyor ama artık adamlık kriter olmaktan çıktı, artık kimse adamlığı
sorgulamıyor.
Spiker: Peki efendim, nedir bu adamlık? Nasıl olunur?
İlhan: Haa, bakın ben bunu size bir adamı anlatarak
anlatayım. Sene bilmem kaç, siyasetten hapis yatıyorum. Bizim koğuş hep aynı
görüşten yatan kişilerle dolu. Aramızda bir bando başçavuşu vardı, bir kulağı
sağırdı bu başçavuşun. Bir bando şefinin bir kulağının sağır olması bizim çok
ilgimizi çekerdi. Sağır kulağından bahsetmemizden rahatsız olmazdı ancak iş ne
zaman ki o kulağın nasıl sağır olduğuna gelir...duvar gibi susardı, söylemezdi.
O böyle sakladıkça biz de merak ederdik. Zamanla efsaneler dolaşmaya başladığı
o kulağın nasıl sağır olduğuyla ilgili ancak ne kadar ısrar ettiysek de asla
söylemedi bize işin doğrusunu. Sonra ben tahliye oldum ve yıllar sonra çok
büyük bir tesadüf sonucu nasıl sağır olduğunu kendi imkanlarımla öğrendim,
işkencede olmuş.
Yani bakın işte, adam odur ki inandığı dava uğruna bir
kulağını işkencede bırakır ki bu kişi bir bando şefidir...fakat bunu dile
getirmeye ar eder, söylemez! Ola ki o sağırlığıyla övündüğü sanılır, bundan
korkar, kendini övdüğünün sanılmasından korkar, susar, saklar. İşte adamlık
budur.
Yazının başında yazdığım adamlığın çok zaman söylemekte değil
söylememekte olduğuna çok cuk bir örnek bando şefinin suskunluğu.
20 yıl öncedir şu röpotajı dinlemem, aynı Ramiz
Efendi'nin durumu gibi aklımdan çıkmamış Attila İlhan'ın adamlık tarifi. Demek
ki bazı şeyler kendine yer ediyor bünyede...
Adamlık deyip duruyorum ancak cinsiyet ayırt etmeyen bir
kavramdır aslında bu... ve Türklük'ün temel değer yargısıdır. Irkçı bir söylem
değil asla şu dediğim, adamlığın kriterleri bizim kültürümüzü dizayn eden temel
şeylerdir. Irkçı ve cinsiyetçi olmama halini ispat gibisinden şu iki kişiyi
örnek vereceğim: Eleni Karaindrou ve Maria Farantouri.
Her ikisi de Yunan'dır, kadındır ve müzisyendir.
Farantouri yorumcudur, Karaindrou besteci, her ikisi de muazzamdır!
İkisinin de konserine gittim. Tamam çok hayranım filan
ama hayranlığım müziklerine, kendilerini kişi olarak bilmiyorum. Şimdi burada
anlatması çok uzun ancak ikisinin de sahnedeki duruşundan, tavırlarından aşırı
etkilendim. Benim yaşadığım zaman itibariyle artık göremediğim, yabancısı
olduğum, ancak kitaplarda okuyabildiğim o "adamlık"ın sözlük anlamı
gibiydi tavırları...iki yaşlı kadından bahsediyoruz ama o nasıl bir zarafetti,
nasıl bir ağırlıktı, tevazuydu. Ben onların bana sahnede gösterdiğini hayatım
boyunca başka yerde görmedim. Hani "Osmanlı kadın" derler ya,
kadınlar öyleydi...ve ikisi de Yunan.
Yunanlar'la yaklaşık bin senedir irtibat halindeyiz, 400
sene zaten direkt egemenliğimiz altında yaşadılar, benzeşmemiz asla tuhaf değil. Ancak
Türklük'ün temel hasletlerini modern Türkler'de göremeyip iki modern Yunan kadında
görmem biraz tuhaf...ve acı aslında. Herhangi iki kadın da değil tabi bu ikisi,
çok özel insanlar.
Bu arada sahnede görmeye bile gerek yok, Farantouri'nin
söyleyişindeki o inanılmaz hüzünlü ama asla eğilmeyen tavrı sezebilmek kafidir
söylemek istediklerimi anlamaya.
Dünya artık tek bir kültüre gidiyor: popüler kültür.
Bu kültür temelde Amerikan kültürüdür. Konuşmayı,
pazarlamayı, kendini satmayı en mühim haslet olarak tarif eder. Bırak
sendekini saklamayı, beşle-onla çarparak yansıtmalısın dünyaya elindekini,
böyle at hırsızı bir kültür işte. Merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin
söylermiş diyorlar ya, tam o.
Bu kültür sadece ticarette değil her yerde her konuda
kendini bize dayatıyor. Dayatmak konusunda ne kadar yol aldığını sadece sosyal
medyaya bakarak anlamak mümkün: okuduğunu gösterenler, yediğini gösterenler, hastalığını-kaybını
paylaşanlar, keyfini-acısını paylaşanlar, dünyanın en büyük derdine sahip
"duygusal!" insanlar filan. Duygusallık filan değil, bildiğimiz
arabesktir (sözlük anlamıyla arabesk değil, yaygın anlamıyla arabesk) tabi ki
bu, acısını satmak işte, kendini acındırmaktan nema ummak.
Pop kültürün yerleşebilmesi için onay beklentisinin
yüksek olması gerekiyor; tv programlarının, reklamların ve başka pek çok şeyin
temel amacı da bu zaten. Komplo teorisi mi? Asla, gözümün önünde oluyor her
şey. Neyi nasıl yaşamamız gerektiği üst akıl tarafından bir moda olarak
hayatımıza sokuluyor, moda sadece giyim-kuşamla sınırlı bir şey değil,
alışkanlıklarımızı, tercihlerimizi, değer yargılarımızı hep bize dayatılan
modalar üzerinden belirliyoruz.
Bize dayatılan yoldan çıkarsak kayboluruz sanıyoruz,
halbuki yürüdüğümüz yol kayboluşumuzdur.
İşte bu "adamlık" diye bahsettiğimiz şey pop
kültürün yaygınlaşmasının önündeki en büyük engeldir. Kaldırdılar o engeli,
bağrımız o pop kültür boklarına alabildiğine açık artık.
Şibumi var bir de, Japon felsefesi. Bu felsefenin
düsturları adamlık tarifiyle tekinsiz bir şekilde uyuşur... tıpkı tasavvufla
doğu düşüncesinin tekinsiz bir şekilde uyuştuğu gibi. Detaya girersem yazı
iyice çığrından çıkar ama "Şibumi" demesem de olmazdı yani.
Türk kültürünün esasları...mealinde bir şey dedim
yukarıda, bundan kastımı biraz açıklamak ihtiyacındayım.
Sadece türkülere bakmak yeterli aslında.
Türkülerin ilk dizesi konuyla ilgisizdir hatta saçmadır o
ilk dize. Mesela "gökteki yıldızı sayan olur mu" diye başlıyor bir
türkü. Ne yıldızı, ne sayması, astronomi? Ama sonra şöyle devam ediyor:
Benim gibi yare yanan olur mu?
Benim böyle aralarda kaldığım,
Acep gider yare ayan olur mu?
İkinci dörtlükte de durum farklı değil, "gökteki
yıldızın üçü piyade" diye başlıyor. Sonrası:
Yaşım küçük amma derdim ziyade.
Niye öyle üzgün üzgün durursun?
Anan dahi sevmez benden ziyade.
Diye de biter türkü.
Acısını anlatmaya doğrudan başlamaya ar ediyor,
yıldızlardan getiriyor lafı...
Muazzam bir evlat acısını anlatmaya "eledim eledim
höllük eledim" diye başlıyor bir başkası. "Kırmızı gül demet
demet" diye başlayan türkü de bir başka evlat acısının girişi...
Daha binlerce örnek bulabilirim buna, herkes bulabilir.
Bizim halk edebiyatımız temelde bir ima sanatıdır, hiçbir
şey doğrudan söylenmez, hep ima edilir çünkü ar eder dert sahibi derdini
doğrudan söylemeye.
Sonra sevginin en hasını görürsünüz türkülerde ama
"sevgi" kelimesine rastlayamazsınız, adıyla söylemeye ar eder çünkü,
adını söylerse bayağılaşır o içindeki tertemiz şeyler.
Bu sebeplerden "seni seviyorum" yoktur bizim
kültürümüzde, "aşkım" diye hitap etmez bizim aşıklarımız. Çünkü biz
bir zamanlar "gerçek"tik.
Şu söyleyeceklerim sadece batıcı olanlarımız için değil
herkes için geçerli, her türden muhafazakarı da kapsıyor yani şimdi söyleyeceklerim. Ve
asla hamaset değil, asla içi boş nostaljik cümleler değil, tertemiz hakikat:
Bir zamanlar gerçek insanların yazdığı gerçek türküler,
gerçek şiirler gibi yaşayan gerçek insanlardık, içimizin dışımızın böyle batı
boku olmadığı gerçek zamanlarımız vardı, adamlıktan nasibimiz vardı bir
zamanlar. Yarım kilo süt tozu, 3 tane paslı jilete karşılık vazgeçtik en değerlimizden.