28 Ekim 2017 Cumartesi

ADAM İŞLERİ

Kafamda bir şeyler var ama o şeyler çok fazla, dağınık ve uzun bir yazı olacağı şimdiden kesin.

Knut Hamsun ve Kemal Tahir'in benzeyen tarafları var. Hamsun erkekliği anlatır-yüceltir, Tahir'se adamlığı.
Erkeklikle adamlık arasındaki farklar-benzerlikler nereden baktığınıza göre değişim gösterir ancak ikisini bir arada zikretmek hiç de sakil değil.

Hamsun fiziksel çalışmayı çok önemser-över. O kadar ki erkek olmanın ilk şartı gibidir onda "aslanlar gibi" çalışıp alnının teriyle eve ekmek götürmek. Kendisi de ünlü bir yazar olmadan önce Abd'de tren yolu inşaatlarında ağır şartlarda çalışmıştır, alın terini iyi bilir.
Hamsun erkekliği çalışmak üzerinden cilalar ama inancım odur ki erkeklikten ilk anladığı çalışmak değildir, olan şey dolaylı bir anlatımdır sadece, onun erkeklikten ilk anladığı yakınmamaktır. Melali aşikar eden cıvık duygusallığa tahammülü yoktur.
Bu tahammülsüzlük Tahir'in adamlık tarifiyle kesiştiği yerdir. Kemal Tahir de derdi aşikar etmemeyi aşırı önemser, ona göre adamlık söylemekte değil söylememektedir.

Az konuşan, asla yakınmayan, dedikodudan-entrikadan-yalandan tiksinen, merhamet sahibi ancak merhamet dilemekten uzak duran, kendini övmeyen kişi...erkekliği ve adamlığı tarifleri aşağı yukarı böyledir, farklı şeyler anlatsalar da anlatmaktan muratları çok benzerdir bu ikisinin.
Hani "asaletim suskunluğumdan" diyorlar ya, işte onun gerçeği.

Hamsun, Açlık romanında (iki kez okuduğum nadir kitaplardandır) o bir yıl süren açlığını öyle süssüz ve ajitasyondan uzak anlatır ki bu yalınlıktan rahatsız olursunuz. Rahatsız olduğunuz aslında kendinizsinizdir çünkü siz oradaki belalardan çok daha azı için kıyametler kopartmışken bu adamın böyle vakur kalabilmesi kendinizden rahatsız olmanıza sebep olur.
(Anlattıkları gerçektir, iki kez birer yıl açlık yaşamıştır, ikisini de Kopenhag'da yaşamıştır)
Pan romanında da birkaç paragrafı şu cümleyle bitirir: çetindir aşk.
Aşkın elinden fena halde bizardır ama aşığına karşı da sessizdir, derdini söyleyemez. Neler yaşadığını tıpkı açlığı anlatırkenki gibi süssüz-abartısız anlatır, o yalın cümleler çok güçlüdür, hissettiği acı açlıktan bile beterdir ama o yine de yakınmaz, o kadarını söyler sadece, sonra susar: çetindir aşk.

Kemal Tahir'in okuduğum kitapları içinde bu konuyu en net anlattığı roman "Yol Ayrımı"dır kanımca. Bir üçlemenin son kitabıdır Yol Ayrımı, önce diğer iki romanı okumanız gerekir, onlarda da adamlık meselesi enine boyuna masadadır ama asıl cümlelerini son kitaba saklamıştır.
Dizisini de çekmişlerdi bunun, büyük bir hevesle oturmuştum başına ama bir bölüm dayanabildim sadece, o kadar güdük anlatıyorlardı ki ikinci bölüme bakamadım. Dizi, romanın en can alıcı sahnesiyle başlıyor.  "Neyi satarsanız satın ama bu yatak takımını satmayın" vasiyetiyle ölen eşinden hatıra yatak takımını satmaktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ancak bu kurtulmayı önemli saymayan, satılığa çıkartmış olmayı adamlığını satmış olmak için yeterli sayan bir "adam"ın ağzından anlatıyor her şeyi o sahnede Kemal Tahir.
Kendisine yatak takımın satılmadan işin halledildiği, takımın kurtulduğu "müjde"sini veren Murat'a şöyle cevap veriyor yıkılmış haldeki Ramiz Efendi:
Yazık ettik! Satmadık, olabilir. Satılığa çıkardık ya... Ne demektir satılığa çıkardık? Gözden çıkardık. Mutlaka savunulması gereken şeyler vardır. Ancak ölümle elden bırakılır şeyler... Eliniz ayağınız tutarken, hangi nedenle olursa olsun, onları yere çaldınız mı, gerisinin hiçbir değeri kalmaz. Şöyle olmuş, böyle olmuş...kırılmış ya da kırılmamış...Birisi alıp gitmiş... Ya da hiç kimse götürmeye layık görmediğinden gene size kalmış... Hiç kimse... Çiğnemeye tenezzül etmediğinden... Nasıl eğilip yeniden alırsınız? Alsanız n'olur? Neye yarar? Nereye koyarsınız? Nasıl bakarsınız yüzüne... Nasıl bakabilirsiniz...

Bu sahneyi anlamak için dizinin ilk bölümünün ilk 10 dakikasını izlemek akıllıca gibi görünebilir ama hiç de öyle değildir, dizi mahvetmiştir o sahneyi...anlamak için 2.5 kitap okumak gerekiyor. Çetindir güzel şeyler!
Yıllar önce okuduğum halde bu sahnenin aklımdan çıkmamış olması da, bu pasajı üşenmeden oturup kitaptan bulmam da, buraya yazmam da boşa olamaz, çok mühimdir Ramiz Efendi'nin şu dedikleri. Ama dediğim gibi hakkını vererek anlamak için önce 2.5 kitap bitirmek gerekiyor.

En sakınman gerekeni gözden çıkardığın halde kimse çiğnemeye tenezzül etmediği için sana kalmış olan hala değerli midir? Tek soruluk adamlık testidir bu.
İlkesizlik, makyavelizm, oportünizm, pragmatizm... adamlıkla zerre bağdaşabilecek şeyler değildir, toto sıkışınca bunlardan birine ne kadar başvurduğundan anlaşılabilir bir insanın adamlığı, güneşli günde kolaydır adamlık ama hava lodosa dönünce...zor işler!

Yıllar önce dinlediğim, radyodaki canlı bir Attila İlhan röportajından:
İlhan: Efendim, eskiden de insanların zenginliği, yakışıklılığı-güzelliği, mevkisi filan konuşulurdu ancak bunların yanında bir de adamlığı konuşulurdu. Şimdi değişen odur, zenginlik-mevki vs. yine konuşuluyor ama artık adamlık kriter olmaktan çıktı, artık kimse adamlığı sorgulamıyor.
Spiker: Peki efendim, nedir bu adamlık? Nasıl olunur?
İlhan: Haa, bakın ben bunu size bir adamı anlatarak anlatayım. Sene bilmem kaç, siyasetten hapis yatıyorum. Bizim koğuş hep aynı görüşten yatan kişilerle dolu. Aramızda bir bando başçavuşu vardı, bir kulağı sağırdı bu başçavuşun. Bir bando şefinin bir kulağının sağır olması bizim çok ilgimizi çekerdi. Sağır kulağından bahsetmemizden rahatsız olmazdı ancak iş ne zaman ki o kulağın nasıl sağır olduğuna gelir...duvar gibi susardı, söylemezdi. O böyle sakladıkça biz de merak ederdik. Zamanla efsaneler dolaşmaya başladığı o kulağın nasıl sağır olduğuyla ilgili ancak ne kadar ısrar ettiysek de asla söylemedi bize işin doğrusunu. Sonra ben tahliye oldum ve yıllar sonra çok büyük bir tesadüf sonucu nasıl sağır olduğunu kendi imkanlarımla öğrendim, işkencede olmuş.
Yani bakın işte, adam odur ki inandığı dava uğruna bir kulağını işkencede bırakır ki bu kişi bir bando şefidir...fakat bunu dile getirmeye ar eder, söylemez! Ola ki o sağırlığıyla övündüğü sanılır, bundan korkar, kendini övdüğünün sanılmasından korkar, susar, saklar. İşte adamlık budur.

Yazının başında yazdığım adamlığın çok zaman söylemekte değil söylememekte olduğuna çok cuk bir örnek bando şefinin suskunluğu.
20 yıl öncedir şu röpotajı dinlemem, aynı Ramiz Efendi'nin durumu gibi aklımdan çıkmamış Attila İlhan'ın adamlık tarifi. Demek ki bazı şeyler kendine yer ediyor bünyede...

Adamlık deyip duruyorum ancak cinsiyet ayırt etmeyen bir kavramdır aslında bu... ve Türklük'ün temel değer yargısıdır. Irkçı bir söylem değil asla şu dediğim, adamlığın kriterleri bizim kültürümüzü dizayn eden temel şeylerdir. Irkçı ve cinsiyetçi olmama halini ispat gibisinden şu iki kişiyi örnek vereceğim: Eleni Karaindrou ve Maria Farantouri.
Her ikisi de Yunan'dır, kadındır ve müzisyendir. Farantouri yorumcudur, Karaindrou besteci, her ikisi de muazzamdır!
İkisinin de konserine gittim. Tamam çok hayranım filan ama hayranlığım müziklerine, kendilerini kişi olarak bilmiyorum. Şimdi burada anlatması çok uzun ancak ikisinin de sahnedeki duruşundan, tavırlarından aşırı etkilendim. Benim yaşadığım zaman itibariyle artık göremediğim, yabancısı olduğum, ancak kitaplarda okuyabildiğim o "adamlık"ın sözlük anlamı gibiydi tavırları...iki yaşlı kadından bahsediyoruz ama o nasıl bir zarafetti, nasıl bir ağırlıktı, tevazuydu. Ben onların bana sahnede gösterdiğini hayatım boyunca başka yerde görmedim. Hani "Osmanlı kadın" derler ya, kadınlar öyleydi...ve ikisi de Yunan.
Yunanlar'la yaklaşık bin senedir irtibat halindeyiz, 400 sene zaten direkt egemenliğimiz altında yaşadılar, benzeşmemiz asla tuhaf değil. Ancak Türklük'ün temel hasletlerini modern Türkler'de göremeyip iki modern Yunan kadında görmem biraz tuhaf...ve acı aslında. Herhangi iki kadın da değil tabi bu ikisi, çok özel insanlar.
Bu arada sahnede görmeye bile gerek yok, Farantouri'nin söyleyişindeki o inanılmaz hüzünlü ama asla eğilmeyen tavrı sezebilmek kafidir söylemek istediklerimi anlamaya.

Dünya artık tek bir kültüre gidiyor: popüler kültür.
Bu kültür temelde Amerikan kültürüdür. Konuşmayı, pazarlamayı, kendini satmayı en mühim haslet olarak tarif eder. Bırak sendekini saklamayı, beşle-onla çarparak yansıtmalısın dünyaya elindekini, böyle at hırsızı bir kültür işte. Merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş diyorlar ya, tam o.
Bu kültür sadece ticarette değil her yerde her konuda kendini bize dayatıyor. Dayatmak konusunda ne kadar yol aldığını sadece sosyal medyaya bakarak anlamak mümkün: okuduğunu gösterenler, yediğini gösterenler, hastalığını-kaybını paylaşanlar, keyfini-acısını paylaşanlar, dünyanın en büyük derdine sahip "duygusal!" insanlar filan. Duygusallık filan değil, bildiğimiz arabesktir (sözlük anlamıyla arabesk değil, yaygın anlamıyla arabesk) tabi ki bu, acısını satmak işte, kendini acındırmaktan nema ummak.
Pop kültürün yerleşebilmesi için onay beklentisinin yüksek olması gerekiyor; tv programlarının, reklamların ve başka pek çok şeyin temel amacı da bu zaten. Komplo teorisi mi? Asla, gözümün önünde oluyor her şey. Neyi nasıl yaşamamız gerektiği üst akıl tarafından bir moda olarak hayatımıza sokuluyor, moda sadece giyim-kuşamla sınırlı bir şey değil, alışkanlıklarımızı, tercihlerimizi, değer yargılarımızı hep bize dayatılan modalar üzerinden belirliyoruz.
Bize dayatılan yoldan çıkarsak kayboluruz sanıyoruz, halbuki yürüdüğümüz yol kayboluşumuzdur.

İşte bu "adamlık" diye bahsettiğimiz şey pop kültürün yaygınlaşmasının önündeki en büyük engeldir. Kaldırdılar o engeli, bağrımız o pop kültür boklarına alabildiğine açık artık.

Şibumi var bir de, Japon felsefesi. Bu felsefenin düsturları adamlık tarifiyle tekinsiz bir şekilde uyuşur... tıpkı tasavvufla doğu düşüncesinin tekinsiz bir şekilde uyuştuğu gibi. Detaya girersem yazı iyice çığrından çıkar ama "Şibumi" demesem de olmazdı yani.

Türk kültürünün esasları...mealinde bir şey dedim yukarıda, bundan kastımı biraz açıklamak ihtiyacındayım.
Sadece türkülere bakmak yeterli aslında.

Türkülerin ilk dizesi konuyla ilgisizdir hatta saçmadır o ilk dize. Mesela "gökteki yıldızı sayan olur mu" diye başlıyor bir türkü. Ne yıldızı, ne sayması, astronomi? Ama sonra şöyle devam ediyor:
Benim gibi yare yanan olur mu?
Benim böyle aralarda kaldığım,
Acep gider yare ayan olur mu?
İkinci dörtlükte de durum farklı değil, "gökteki yıldızın üçü piyade" diye başlıyor. Sonrası:
Yaşım küçük amma derdim ziyade.
Niye öyle üzgün üzgün durursun?
Anan dahi sevmez benden ziyade.
Diye de biter türkü.
Acısını anlatmaya doğrudan başlamaya ar ediyor, yıldızlardan getiriyor lafı...
Muazzam bir evlat acısını anlatmaya "eledim eledim höllük eledim" diye başlıyor bir başkası. "Kırmızı gül demet demet" diye başlayan türkü de bir başka evlat acısının girişi...
Daha binlerce örnek bulabilirim buna, herkes bulabilir.

Bizim halk edebiyatımız temelde bir ima sanatıdır, hiçbir şey doğrudan söylenmez, hep ima edilir çünkü ar eder dert sahibi derdini doğrudan söylemeye.
Sonra sevginin en hasını görürsünüz türkülerde ama "sevgi" kelimesine rastlayamazsınız, adıyla söylemeye ar eder çünkü, adını söylerse bayağılaşır o içindeki tertemiz şeyler.
Bu sebeplerden "seni seviyorum" yoktur bizim kültürümüzde, "aşkım" diye hitap etmez bizim aşıklarımız. Çünkü biz bir zamanlar "gerçek"tik.

Şu söyleyeceklerim sadece batıcı olanlarımız için değil herkes için geçerli, her türden muhafazakarı da kapsıyor yani şimdi söyleyeceklerim. Ve asla hamaset değil, asla içi boş nostaljik cümleler değil, tertemiz hakikat:
Bir zamanlar gerçek insanların yazdığı gerçek türküler, gerçek şiirler gibi yaşayan gerçek insanlardık, içimizin dışımızın böyle batı boku olmadığı gerçek zamanlarımız vardı, adamlıktan nasibimiz vardı bir zamanlar. Yarım kilo süt tozu, 3 tane paslı jilete karşılık vazgeçtik en değerlimizden.

26 Ekim 2017 Perşembe

EN FAZLA EŞİT

"Eskiden sesin titrese nefesim kesilirdi. Şimdi ölsen, en fazla eşitleniriz"
demiş İlhami Algör, "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku"da.

En fazla eşitleniriz...nasıl bir belagat harikasıdır bu! Dün akşamdan beri kafamın içinde birbirini kovalıyor bu iki cümle.
Son yıllarda arabesk, vıcık vıcık acılı bir sözüm ona edebiyat kafa ütülemekte malum, içerdiği acı ve sitemden dolayı onların arasına kaynayabilir bu söz ama o samimiyetsiz acı şovuyla alakasız, samimi-tertemiz bir ifade bu.

Bir yere kaybolmasın bu, arada gözüme takılsın, burada dursun.

22 Ekim 2017 Pazar

NE KADAR GERÇEKSİZ YAŞARSAK O KADAR İYİ

Bir kaza oldu.
Kaza eseri Özdemir Asaf'ın Lavinia'sının gerçek fotoğrafını gördüm.

Eski zaman, lise filan, Arkadaşım Şeytan'ı izliyorum, Ali Poyrazoğlu okur o filmde bu şiiri, çok da güzel okur. Hiç  duymamışım, film devam etti ama ben şiirde takılı kaldım, o neydi öyle ya! Şairin adını da söylemedi vicdansız!
Ertesi gün Sahaflar Çarşısı günüydü zaten, gittim antoloji karıştırmaya başladım. Şimdiki gibi Google'a yazmak yok o zamanlar çünkü Google yok, internet bile yok, hiç yok! Kitap karıştırmak zorundasınız.
Gariban öğrencilik günleri işte, kitaplığımda Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi henüz mevcut değil. Sadece garibanlıktan değil, hayli şiir kitabım vardı ama hepsi Divan Edebiyatı, Yahya Kemal'den sonrasına prensip olarak "gıcık" oluyorum, gençliğin verdiği ölçüsüz haşinlikle vezinsiz şiirlerin alayına birden karşıyım, okumuyorum hiç, Lavinia gibi ünlü bir şiiri bilmemem de bundan zaten.
Ama yani bu Lavinia da bir tuhaftı, bir içim suydu, farklıydı. Sonradan Özdemir Asaf'ın da diğerlerinden oldukça farklı olduğunu öğrenecektim.
Hasılı uzun bir araştırmadan sonra buldum, kitabı satın almadım ama tezgah başında şiiri ezberime alıverdim, kısacık zaten.

Bendeki vezinsiz şiire karşı önyargıların yıkılmasına vesile olan şiirlerden olan bu şiirin yazılmasına vesile olan kadının gerçek fotoğrafını gördüm işte bu akşam bir Instagram story'sinde... bir kazaydı çünkü kafamdaki Lavinia'ya hiç mi hiç benzemiyordu fotoğraftaki kadın, tam bir hayal kırıklığı.

Gerçekler böyledir işte, hayallerinize ateş eder, tuz buz eder, dağıtır.
Gerçek olmayanlar daha güzel...

Erdal Kınacı'nın fotoğrafı, ilk görüşte vurulduğum sayılı fotoğraflardandır, uzun uzun bakmışlığım çoktur.

Gerçek böyle değil elbette ama görür görmez "aha" dedim, "işte Suna Su"
Bir serçe gibi üşüyen Suna Su'nun "düşünür"ken çekilmiş fotoğrafı işte bu, ellerine de eylül bulaşmış!
Suna Su'nun gerçek fotoğrafını da gördüm ama asıl gerçek fotoğrafı buydu bana göre.
Aksini iddia eden kazanır evet ama benim için bu böyledir, kime ne?

Suna Su'dan daha yakın zamanda bahsettim blogda, blodaki ilk yazılardan biri de (baktım şimdi, 10. yazıymış) "Suna Su" isimli şiire yaptığım "cüretkar" analizdi.
Söz konusu olan şiirse öyle otopsi gibi analizlerden uzak durmak gerek, güzelliği düşünceyle kirletmemek gerek ama... yapmışım işte zamanında bir densizlik.
Bu şiir beynimdeki bir dolapta tek başına durur, yanına başka hiçbir şey koymam, kendine ait özel bir köşesi var, öyle bir benzersizlik hali, öyle bir tuhaf sevme durumu...

Aslında gerçek olmayanların gerçeklerden nasıl da daha güzel olduğundan dem vuracaktım ama Suna Su güzellemesine bağlandı final...olsun, ne kadar güzellesem az.

Ekleyeyim bari:

SUNA SU

eylül'ün cesedi çamurda yatıyordu 
gülhane parkı'nda bıçaklamışlar 
cesedin ağzından kan akıyordu 
kıpkızıl sakalları uzamıştı
suna su karanlıktan korkuyordu 
sıçramış uykusundan uyanmıştı 
kalbini sımsıkı elinde tutuyordu 
eylül'ün gözleri camlardan bakıyordu 
kirpikleri yoktu dökülmüştü 
suna su kalbinden korkuyordu

her sene bir eylül bıçaklanır 
ufuktan martılar dökülüşür 
sonbahar istanbul'dan utanır 
kanlı ellerini saklar utanır
elleri bir serçe gibi üşür 
ben hayallerimden utanırım 
suna su parça parça uyanır 
bulutlar parça parça düşünür 
her dakika bir roman yasanır 
her dakika bir yola düşülür 
öpüşülür öpüşülür öpüşülür

ufuktan martılar döküşülür 
denizin gözü kanlanmıştır 
içimdeki volkan uyanmiştır 
istanbul külrengi yıkanmıştır 
ben yalnızlığımı giyinirim 
suna su hayallerini giyinir 
ellerine eylül bulaşır 
kalbini bir yerlere koyamaz 
düşünür düşünür düşünür

Attila İlhan

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...