To Live Is To Die...yaşamak
ölmek içindir.
Yıllardır dinlemekten
vazgeçemediğim, kaç kez dinlediğim konusunda fikrim dahi olmayan sarsıcı Metallica
parçası. Grubun merhum üyesi Burton
tarafından bestelenmeye başlanmış ancak ölünce diğer üyeler tarafından
tamamlanmış inanılmaz parça.
Parçanın başı ve sonu
aynı, başladığı gibi bitiyor yani.
Parçayı dinleyişim
yıllardır ama başta ve sondaki (0:00 - 1:01 arası ve 9:08 - 10:02 arası) yumuşak-lirik
kısmın anlamını kendimce fark etmem-çözmem yeni..."kendimce" diyorum çünkü bu fikrimin doğruluğunu
onaylayan herhangi bir kayıt yok, varsa da ben bilmiyorum.
Baştaki yumuşak-lirik kısım
ana rahmini, sondaki ise mezarı simgeliyor sanırım... fikrim budur.
Bu yumuşak kısımda çok
belirgin bir huzur var. Ölümü henüz tecrübe etmedik fakat insan denen canlının
en huzurlu olduğu yerin ana rahmi olduğu kesin, Freud'un kafayı oraya o kadar takması
boşuna değil.
Bu hesapla ölümün de ana
rahmi kadar huzur ihtiva ettiği... parçanın ana fikri oluyor.
Huzurdan sonrası ise sert
ve kaotik, yani hayat.
Yalnız 4:57 - 6:20 arası ne
anlatıyor bilmiyorum ama...çook fena, çok ince şeylerden bahsettiği muhakkak!
İnsanın ruhunu büker oralar, hele o baterinin tek tek girişi, offf!..
Şu dediklerim parçanın
adıyla da gayet bağdaşıyor, olan şey bir tam olarak nedir, büyük resim
nasıldır? Meraklısı düşünsün, müzikli fasıl bu kadar.
İnsan hayatındaki ilk ve
en büyük travmalardan biri doğumun kendisidir. Gayet korunaklı bir yerden
kaotik-sert dünyaya çıkıyoruz, kolay değil tabi.İlk yaptığımız iş de
ağlamaktır.
Doğan bebeğin ağlama
sebebi oksijen görmemiş ciğerlerinin bu yakıcı gazla tanışmasıymış, ciğerleri
bildiğin yanar yavrunun, o da ağlar haliyle. Ağladıkça da ciğerlerine daha çok
oksijen dolar. Bu ağlama o kadar hayatidir ki bebek ağlamazsa poposuna şaplak
atar ağlatırlar.
Ciğeri yandıkça ağlar,
ağladıkça ciğeri daha çok yanar. Hayata hoş geldin, hayatın çalışma prensibi
tam olarak budur.
Oksijen malum hayattır,
olmazsa olmaz. Yani hayatın içimize dolması acı vericidir ve...kaçınılmazdır!
"Yaşa" emriyle
doğarız. İnsan, psikolojik ve fiziksel hayatta kalma mekanizmaları ile donatılmış
olarak doğar. (Refleksler, inkar, korku vs) İki temel itkisi vardır: hayatta
kalmak ve üremek.
Üremek de hayatın devamına
dair mecazi bir eylem olduğu için bu iki itkiyi "hayatın devam
etmesi" şeklinde tek bir itki gibi düşünmek mümkün.
Bu dünyadaki her şeyin
patronu hayattır, her şeye o emir verir. Ölümü hayatın zıttı gibi düşünmek
doğru değil çünkü ölüm de hayatın emrindedir. Hayat, kendini devam ettirmek
için ölümü kullanır, ölüm olmasaydı hayat olamazdı. Bu sebepten aldığımız ilk
emir "yaşa"dır, ölene kadar en öncelikli kaygımız da bu emre uymak
olur.
Hayat bir tercih gibi
sunmaz kendini, dayatır. Yaşamak sadece hak değil görevdir.
Ana rahmini Cennet'e
benzetmek mümkün. Doğmayı da Cennet'ten kovulmaya. İstemeyerek doğarız aslında.
Meyve-i memnudan tatmak
günahından beri,
Karban-ı aşk bitmez bir beyabandan geçer.
Yahya Kemal
(Yasak meyveden (elma)
tatmak günahından beri, aşk kervanı bitmez bir çölden geçer)
Aşkın hasretten başka bir
şey olmadığından, sılasını özleyen gurbetçinin içine düştüğü hasret duygusu gibi
aşkın içine düştüğümüzden blogdaki başka
yazılarda da bahsetmiştim. Zaten kocaman bir konuyu tırtıklayarak, yazılara
bölerek, çok zaman da tekrara düşerek anlatıyorum, o birbiriyle alakalı
yazıları belki birgün bir araya toplar kocaman bir yazı yazarım.
Ezcümle...Cennet'ten
kovulan insanın hasretin-aşkın içine düşmesi gibi doğarak hasretin-aşkın içine
düşer bebek. İnsanın en temel duygusu hasrettir, özlemektir, sılayı özler
insan, ana rahmini özler, Cennet'i özler.
Şu doğar doğmaz ağlayan
bebeğin neden ağladığını şu şekilde açıklamak da mümkün:
Gayet korunaklı, güven
dolu, huzur dolu bir ortamdan gayet sert bir ortama düşmenin verdiği acı. Hayat
(oksijen) acıtır.
4 Temmuz'da yazdığım
yazıda (Nasipli gedalarla nasipsiz haşerat meselesi) bu dünyadaki asıl nasibimizin
acı olduğunu, bu dünyanın acı çekme yeri olduğunu yazmıştım. Şimdiye dek
yazdıklarım o yazının devamı gibi de düşünülebilir. (Toparlamak lazım bu
yazıları)
Yaşamak isteyen
taraflarımız olduğu gibi ölmek isteyen taraflarımız da var...demiştim bir başka
yazıda da.
Ölmek isteyen tarafımız
aşklı tarafımızdır (ruh), yaşamak isteyen tarafımızsa nefsimizdir.
Ruh ölmeyi arzular çünkü
koptuğu bütüne tekrar kavuşmasının (vuslat) tek yolu bedeni kalıcı olarak terk
etmektir, ölmektir, hayat aktifken ruh bedende hapistir. Ruh, içine düştüğü hasretin-aşkın
ızdırabıyla sızlayan tarafımızdır, hüznümüz ruhtandır.
Nefs ise "yaşa"
emrini alan-uygulayan tarafımızdır.
Aşık olduğumuzda dopamin
pik yapar, noradrenalin pik yapar, serotoninse dip yapar.
Dopamin pik yaptığı için
enerjik oluruz, yerimizde duramayız. Neşeli bir enerjidir bu, ne güzel.
Noradrenalinin pik yapması
da takıntılı şekilde maşuğu düşünmeye sebeptir.
Serotoninin dip yapması
ise depresyondayken başımıza gelendir, isteksiz ve hüzünlü yapar bizi.
Bu ne tuhaf bir hormon
karışımıdır böyle di mi? Aşıksak hem enerjik hem de depresifiz! Tuhaf değil
aslında.
Aşık olduğumuzda tek
istediğimiz vuslattır ve vuslat aşkı öldürür. Yani aşık kişi içine düştüğü
aşktan kurtulmak için kavuşmak ister. Aşkı istemeyiz ama düşeriz, sonra da
kavuşarak o aşkı öldürmeye çalışırız. (Bunları da yazmıştım galiba)
Aşkı öldürmeye çalışan
tarafımız hayatlı tarafımız (nefs), aşka maruz kalan tarafımızsa ölümü arzulayan
(ruh) tarafımızdır.
Bu iki kutup arasında kalmak
da...çok yıpratıcıdır, aşk yıpratır!
Hz. Adem neden kovuldu
Cennet'ten, elma haram değildi ki? Kovuldu çünkü takdir-tercih hakkını kullandı,
hür iradesini kullandı...ki irade ilahi bir şeydir, kendisini yaratanın
kendisine verdiği cüzi iradeyi kullandı Adem.
Bu iradeyi kullanmanın
yeri Cennet olmadığı için, dünya olduğu için...dünyaya yollandı. Kovulmadı
aslında, yollandı.
İnsan sahip olduğu cüzi
irade nispetinde "tanrı"dır, ilah değildir elbette (la ilahe
illallah) ancak iradesi İlah'tandır. (İlah, kural koyucu demektir, gerçek irade
sahibinin işidir kuralları belirlemek, mesela fizik kuralları)
Kafası karışır işte
insanın bu sebepten, nefsi ona tanrı olduğunu fısıldar çünkü. Sahip olduğu cüzi
iradeyi külli irade sanacak kadar da...ahmaktır, kördür. (Viva La Muerte yazısında
uzunca bahsetmiştim tanrı sanrısından)
Her şeyi kontrol etme
isteğimizin, hakim olma, baskın olma isteğimizin kökü buradandır, nefstendir.
"Yaşa" emrini büyük bir iştiyakla uygulayan nefs, öleceğini unutarak
yaşar.
Eyes Wide Shut filminin
konusu tamamen budur...bu başyapıtın masonları anlattığı falan sanılır, evet
masonlar yahut o tarz gizli örgütler dünyaya hakim olmak noktasında oldukça
güçlüdürler ancak filmin en çarpıcı yeri
aslında Aids'ten kıl payı yırttığını anladığı andır. Oradaki müdahale doğrudan
ilahidir (külli irade) çünkü.
Muazzam özgüvenli,
yakışıklı, itibar gören sosyete doktorumuzun gücünden şüphe etmesi karısının bir
başka erkeği arzulayabilme ihtimalinin sıfır olmadığını öğrenmesi ile başlar...
ve filmin sonunda bir böcek kadar aciz olduğunu idrak eder o havalı doktor! Bu
duvara çarpmış kafanın allak bullak olması doğaldır ve "bunları bilerek
yaşamaya nasıl devam edeceğiz, bundan sonra ne yapacağız" diye sorar
karısına ve karısı şu aşırı zekice cevabı yapıştırır: seks.
Bu cevabın iki anlamı var,
haz ve hayat.
Seks yapacağız çünkü seks hazlı bir şeydir ve "şimdiye
dek yaptığımız gibi hazzın peşinden koşmaya devam edeceğiz" demektedir.
Seks üremektir aynı zamanda, hayatın
devamıdır..."bu hayatı yaşamakla kalmayacağız, devam etmesi için bir de
çocuk yapacağız" der yani.
Kubrick'in o filmin
montajından hemen önceki şüpheli ölümü de...harbiden şüphelidir yani! Tane tane
ve defalarca izlenesi bir başyapıttır, Kubrick'in enfes son dakika
golüdür.
Kadının "haz peşinde
koşacağız ve hayata itaat edeceğiz" demesindeki saklı anlam "anlamdan
uzak yaşamayı dert etmemeye devam edeceğiz"dir. Haz, nefsin peşinde olduğudur ve söyledikleri
de sadece nefse dairdir, ruhu yok sayan bir cevaptır verdiği.
Halbuki...bu dünyadaki her
şey, haz ve anlamdan ibarettir-mürekkeptir. Hazda anlam arar, anlam arayışından hazlar türetiriz. Anlam
kendisine bu dünyada tam olarak ulaşabileceğimiz bir şey olmasa da ucuna dokunabildiğimiz,
fikir edinebildiğimiz bir şeydir.
"Anlam"a uzak,
hazza yakın durdukça daha neşeli (mutlu) oluruz,
ruhu yok sayıp nefse abandıkça
daha neşeli (mutlu) oluruz ama...
o mutluluk sandığımız, dünyadan nasipsizliğimizin
ifadesinden başka bir şey değildir.
Not: Bu aslında yekpare bir
yazı değil...bir not sadece, birgün mevzuları birleştirirsem bu yazının
etrafında birleştireyim...diye yazılmış bir not.
Sonradan not : Uyarıldım, parçanın girişiyle finali aynı değilmiş!
Gitar aynı, melodi aynı ama girişte bateri varken finalde
yomuş. 20 sene dinlemişim şunu, bu ayrıntıyı fark etmemişim, hayret! Dinlerken
kendimde olmadığım için fark etmemiş olabilirim, fazla kaptırmak körlük yapar malum.
Peki benim teoriye göre bateri ayrıntısı ne manaya
geliyor olabilir?
Girişteki (doğum) bateri sesi çocuğun anne karnında duyduğu, anlamlandıramadığı
dış sesler olabilir. Neticede kendi görmese de mekan olarak dünyadadır çocuk,
çarpmalı sesler bunun ifadesi olabilir.
Finaldeki (ölüm) baterisiz huzur ise gerçek huzurun
ifadesi olabilir. Çarpma yok, alabildiğine dinginlik.
Girişi ilkbahar, finali sonbahar gibi de düşünmek mümkün.
İlkbahar göç hazırlığının, var olma hazırlığının telaşı ile yüklüyken
sonbaharda nihai huzura erişilmiş…gibi.
Sonradan not 2: Şöyle bir yorum geldi:
Çalışmanın 4:25 saniyesinden sonraki slow bölüm çocuk
edinme olabilir mi? Kısa bir süre için bebekle huzuru yakalamak. Ama
bir süre sonra yine hayat ve daha şiddetli korkular...çünkü çocuk edinmenin sarhoşluğunu
atınca daha korkulu bir yaşam var.
Katılmıyorum. 4:25 – 6:20 arası birine aşık olmaktır
bence. Önce bir sessizlik olmuş, dünya bi durmuş, sonra dünyanın en güzel şeyi
olduğu düşünülen kişiyle karşılaşılmış.
O kişi “yeni dünya nirengisi” olarak tarif edilmiş, kabul
edilmiş, geri kalan her şey de o nirengiye
göre yeniden ayarlanmış. Sonra da acı…acının da sonu var tabi, bitmiş. Standart
kırık aşk hikayesi yani.
Ama çok iddialı değilim yani şu yorum için, bir anlamı varsa
budur bence…yorumu sadece.