travmatik şükür mü yoksa şükür travması mı? birincisi sanırım.
bazıları için en büyük ceza kendi olmaktır...ölene kadar kendi olmak, kendi olmaya müebbet hüküm giymek değil midir?...fena çok.
gez-göz-aptallık.
huşu ne güzel bir kelime. sesi anlamıyla da uyumlu. huşu içinde ölmek vardır misal. huşu içinde yaşasak daha hoş olmaz mı? ölünce huşu kesiliyor mudur?
arkadaşım sabah uyanınca aynada kendime gülümseyip "günaydın" demem için söz verdirdi dün akşam bana. unuttum sabah:(
hayat böyle bir şey mi yoksa hayat böyle bir şey değil mi? ikisini de kullanıyorum ben. arası da yok. sorumsuz bir seçimle kullanıyorumdur kesin.
bilmek bazen ateşten gömlek. bildiğin gömleğin üstüne benzin döküp kibriti çakınca öğrenme gücümüz katlanıyor mudur? "bildiğin" dediğim sıradan yani, alelade.
aynaya bakıp günaydın soytarılığına gerek yok bee... seviyorum lan ben kendimi:)
lugat bir isim ver bana halimden
herkesin bildiği dilden bir isim
eski esvaplarım tutun elimden
aynalar söyleyin bana, ben kimim?
söyleyin, söyleyin ben miyim yoksa?
arzı boynuzunda taşıyan öküz?
bela mimarının seçtiği arsa,
hayattan muhacir, eşyadan öksüz...
hayattan muhacir eşyadan öksüz olmak nasıl bir güzel canlı dehşetli tariftir! ya bela mimarının seçtiği arsa? enfes...
öğrenildiğinde hoşa gitmeyeceği tahmin edilebilen şeylere duyulan derin öğrenme iştiyakı bela mimarının arsaya çaktığı kazık olabilir mi? sınır bakımından yani. bir sınır olduğunu bilmek ferahlatıcı:)
kaybeden olmak mı kötüdür kaybolan mı? kendini kendi içinde ya da bilmediği bozkırlarda kaybetmiş biri bulmaya en yakın olan olabilir mi? kaybetmekse sözünü etmeye değmez:)
hoşgeldin reha...sefalar getirdin...uzunca kal dilersen, arkana minder de veririm.
insan kendisinin kurdudur...kurtsa hayattır.
çok güzel yeni güzelliklerim var:) "ümit" kelimesini yüksek sömürülmüşlük düzeyinden dolayı kullanasım yok, kelimesiz güzel ümitler içinde kendime verebileceğim çok güzel şeyler olduğunun bilincindeyim sadece. kirli paçavralardan arınıp çırılçıplak dereye girmek gibi, nefes gibi, temiz gibi.
15 Eylül 2010 Çarşamba
5 Eylül 2010 Pazar
MELANKOMİK NOTLAR 6
bu akşamki istiklal masasında 9 kişiydik...benim dışımdakilerin 6'sı bayan 2'si gaydi!!!şaka gibi!...çoklukla yokluğun aynı şey olduğunu tek başına ispatlar nitelikteydi masa benim için:) bitmedi ama...masadakilerin 3'ü psikiyatrist 2'si psikologdu! biri de doktor...bu da "iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş" sözünün yanlışlığının ispatı:)) ramazan günü alkollü masada ne işimin olduğu da ayrı konu! soda içtim gerçi ama...ne gerek var di mi? yarım saatte sıkıldım zaten, arkadaşımı dürtüm, boğaza kaçtık:)
oh be u2 nihayet:)
ne yapsam eksik... fena halde herhangi bir hiç bir yerde olasım var. sığamıyorum hiç bir yere.
bende sığar bu cihan, ben bu cihana sığmazam.
üşüttüm, ateşim var gibi, hasta oluyorum sanırım. gece yatarken oldu biliyorum. ya da vücut halsiz düştü, biraz üşütünce oldu ya da ikisi birden...ya da klima çarptı ya da bu gün arabada soğukta cam açık kısa kol çok yol yaptım....uff bilmiyorum, sebebinin önemi de yok, tek bildiğim kusasım var ve yatak döşek olmak istemiyorum, kendime ayakta olarak lazımım bu günler...bi bu eksikti...itirazım yok ama, çok şükür.
kaçır beni kadraj al beni grafik, güzel çıkıyor çıngıraklarınızın sesi.
istanbul! seni seviyorum.
oh be u2 nihayet:)
ne yapsam eksik... fena halde herhangi bir hiç bir yerde olasım var. sığamıyorum hiç bir yere.
bende sığar bu cihan, ben bu cihana sığmazam.
üşüttüm, ateşim var gibi, hasta oluyorum sanırım. gece yatarken oldu biliyorum. ya da vücut halsiz düştü, biraz üşütünce oldu ya da ikisi birden...ya da klima çarptı ya da bu gün arabada soğukta cam açık kısa kol çok yol yaptım....uff bilmiyorum, sebebinin önemi de yok, tek bildiğim kusasım var ve yatak döşek olmak istemiyorum, kendime ayakta olarak lazımım bu günler...bi bu eksikti...itirazım yok ama, çok şükür.
kaçır beni kadraj al beni grafik, güzel çıkıyor çıngıraklarınızın sesi.
istanbul! seni seviyorum.
4 Eylül 2010 Cumartesi
ANLAM, BİLİMSELLİK FALAN
Aslolan mutlu olmak değildir. “mutlu olmak” diye bir şey yoktur zaten “mutsuz olmamak” vardır ki tıpkı mutsuz olmak gibi mutlu olmamak da geçicidir, bir sonu vardır. Aslolan acıdır, mutlu olduğumuzu düşündüğümüz anlar acıdan geçici bir süre muaf olduğumuz zamanlardır. Tıpkı ağrı kesicinin etkisi gibi, tıpkı duygusal ağrı kesiciler sayabileceğimiz antidepresan ilaçların etkisi gibi. (Tam olarak öyle değil aslında) Acı çekeriz çünkü içimizde taşımak zorunda olduğumuz bir şeyler bu dünyaya ait değildir ve bu şeylerin şiddetli sıla hasreti bizi üzer. Hüzünlü bir şarkıdan zevk almamızın sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Aşkın kaynağı da budur...Aşk olmadan meşk olmaz.
Pişen tost ekmeğinin ters çevrilmek için kapakların açıldığı sırada hissettiği o kısa süreli ferahlıktan başka bir şey değil mutluluk...Aslolan pişmektir.
Amaç mutlu olmak değil anlamı bulmaktır. Anlam arayışı içindeki biri de mutluluğa yakın duramaz zaten.
“Anlam” bu dünyada üretilmiş bir şey değildir. Anlam bu dünyaya ait değildir, başka bir dünyadan ithaldir çünkü aklı akıla referans gösteremeyiz. Dillere dolanmış iğrenç “bilimsel” kelimesi bu sebepten bilime en aykırı en uzak kelimedir. Gerçek bilim insanı hiçbir zaman emin olamaz, şüpheyle yaşamak cezasını kabul etmiş, hatta şüpheyi şiar edinmiş sıkıntılı kişilerdir gerçek bilim insanları… Profesör olduğu için branşı hakkında söylediği her şeyin kendinden akademik ünvan olarak daha aşağıda bulunan kimselerce sorgulanmadan benimsenmesini isteyen kişilerin bu kendilerinden emin duruşları onların bilime uzaklıklarına ispattır, peşinde oldukları şeyin gerçekler, sadece gerçekler değil de ünvanlar olduğunun kanıtıdır. Bilimsel bilimsel konuşa konuşa ölürler, bir çoğu hiçbir yeni şey söyleyemeden ölür…Doktora tezlerinin çalıntı olması, makalelerinin çeviri olması bu kişileri rahatsız etmez. Ünvanları kendilerine kolay tatmin sağladığı sürece rahattırlar, tatminleri de mastürbatiftir.
Çocuğunun sıkıntılarına katlanmayan anneler olmasaydı hayat var olamazdı, insanoğlu neslini devam ettiremezdi. Kendi başının çaresine bakabilecek yaşa gelene dek annesine sürekli eziyet ve sorumluluk yükleyen bebek dünyanın en aciz varlığıdır… Annenin eziyetini çekilir kılan şey yavrusuna sevgisidir. Ve sevgi de bu dünyaya ait bir kavram değildir, ithaldir…
Karmakarışık ve çok çeşitli organizmaların evrimle 4.5 milyar yılda oluştuğuna inanan kişiler insan aklının 4.5 milyar yılı algılayamadığı için evrimin saçma göründüğünü söylerler. Kendi akıllarının da insan aklı olduğu halde o 4.5 milyar yılı nasıl kavradığını tabi ki anlamış değilim ancak benim asıl şaşırdığım annenin yavrusuna duyduğu sevginin de bu 4.5 milyar yılda geliştiğine inanabiliyor olmaları. Materyalist olan bu kişiler maddi olmayan şeylerin, duyguların da fiziksel bir süreç olan evrimle ortaya çıkabileceklerine inanıyor. Apaçık ortada duran “kasıt”ı görmezden gelip ümitleri 4.5 milyar yılın anlaşılmazlığına bağlamak son derece zavallı bir teselli talebi.
Sebep sonuç ilişkileri ters tarafta duran kişiler tarafından rahatlıkla tersten kurulabilir. Bir yaratıcının var olmadığını savunanlar insanoğlunun anlamlandırma ihtiyacının tanrıları ve dinleri yarattığını söylerler. Bir yaratıcının varlığına inananlar ise her şeyden önce o “anlam”ın var olduğunu ve o anlam üzre yaratıcı tarafından yaratıldığımızı ve bu dünyaya gönderildiğimizi söylerler.
“Anlam”ın her şeyden önce var olduğunu kabul ettikten sonra her şeyi anlamlandırmak mümkün…Ancak aslolanın “anlamsızlık” olduğunu, anlam arayışının saçma olduğunu, anlamın var olmadığını savunanlar için her şeyin boşlukta olması beklenirken onlar kaynağı belirsiz yerlerden anlamlar üreterek sevgiden bahsedebiliyorlar, aşktan bahsedebiliyorlar. Bu apaçık bir tutarsızlıktır. Öldükten sonra her şeyin biteceğini, sahip olduğumuz tek şey olan bedenimizin saprofitler tarafından yenip tüketileceğini iddia eden biri olsaydım şahsen hedonist olurdum, pragmatist, makyevelist olurdum, ilkesiz olurdum, içgüdülerimden başka kulak verdiğim hiçbir şey olmazdı. Madem ki ölünce her şey bitiyor, madem ki anlam anlamsızlıktadır ben öldükten sonra geri kalanlar neden beni ilgilendirsin ki? Vicdanım neden var ki, neden içim sızlıyor? Vicdan da elbette ki bu dünyada üretilmiş bir değer değil, merhamet de öyle… Ölünce her şeyin biteceğine inananların çocuklarını neden sevdiklerini anlamaları bu hesapla anlamsızdır. Sevmeleri anlamsız değildir neden sevdiklerini anlamaları anlamsızdır çünkü onlar kabul etmeseler de var olan şeyler vardırlar…. Çok sevdikleri yakınlarını kaybettiklerinde o yakını ile ilgisinin tamamen bittiğine inanmaları gerekirken bir gün bir yerlerde kavuşacaklarına inanmamaları da anlamsızdır. Maddeden başka şeylere anlam verebilen, değer verebilen birinin ölümden sonrasının olmadığını düşünmesi çelişkidir.
Bu arada “akıl” da bu dünyaya ait bir kavram olamaz, ithal bir kavram olmak zorunda. Geri geri geri gidince en son ulaştığım nokta aklın her şeyden önce var olması zorunluluğudur, kaynağının bu alem olmasının anlamsız oluşudur…
Pişen tost ekmeğinin ters çevrilmek için kapakların açıldığı sırada hissettiği o kısa süreli ferahlıktan başka bir şey değil mutluluk...Aslolan pişmektir.
Amaç mutlu olmak değil anlamı bulmaktır. Anlam arayışı içindeki biri de mutluluğa yakın duramaz zaten.
“Anlam” bu dünyada üretilmiş bir şey değildir. Anlam bu dünyaya ait değildir, başka bir dünyadan ithaldir çünkü aklı akıla referans gösteremeyiz. Dillere dolanmış iğrenç “bilimsel” kelimesi bu sebepten bilime en aykırı en uzak kelimedir. Gerçek bilim insanı hiçbir zaman emin olamaz, şüpheyle yaşamak cezasını kabul etmiş, hatta şüpheyi şiar edinmiş sıkıntılı kişilerdir gerçek bilim insanları… Profesör olduğu için branşı hakkında söylediği her şeyin kendinden akademik ünvan olarak daha aşağıda bulunan kimselerce sorgulanmadan benimsenmesini isteyen kişilerin bu kendilerinden emin duruşları onların bilime uzaklıklarına ispattır, peşinde oldukları şeyin gerçekler, sadece gerçekler değil de ünvanlar olduğunun kanıtıdır. Bilimsel bilimsel konuşa konuşa ölürler, bir çoğu hiçbir yeni şey söyleyemeden ölür…Doktora tezlerinin çalıntı olması, makalelerinin çeviri olması bu kişileri rahatsız etmez. Ünvanları kendilerine kolay tatmin sağladığı sürece rahattırlar, tatminleri de mastürbatiftir.
Çocuğunun sıkıntılarına katlanmayan anneler olmasaydı hayat var olamazdı, insanoğlu neslini devam ettiremezdi. Kendi başının çaresine bakabilecek yaşa gelene dek annesine sürekli eziyet ve sorumluluk yükleyen bebek dünyanın en aciz varlığıdır… Annenin eziyetini çekilir kılan şey yavrusuna sevgisidir. Ve sevgi de bu dünyaya ait bir kavram değildir, ithaldir…
Karmakarışık ve çok çeşitli organizmaların evrimle 4.5 milyar yılda oluştuğuna inanan kişiler insan aklının 4.5 milyar yılı algılayamadığı için evrimin saçma göründüğünü söylerler. Kendi akıllarının da insan aklı olduğu halde o 4.5 milyar yılı nasıl kavradığını tabi ki anlamış değilim ancak benim asıl şaşırdığım annenin yavrusuna duyduğu sevginin de bu 4.5 milyar yılda geliştiğine inanabiliyor olmaları. Materyalist olan bu kişiler maddi olmayan şeylerin, duyguların da fiziksel bir süreç olan evrimle ortaya çıkabileceklerine inanıyor. Apaçık ortada duran “kasıt”ı görmezden gelip ümitleri 4.5 milyar yılın anlaşılmazlığına bağlamak son derece zavallı bir teselli talebi.
Sebep sonuç ilişkileri ters tarafta duran kişiler tarafından rahatlıkla tersten kurulabilir. Bir yaratıcının var olmadığını savunanlar insanoğlunun anlamlandırma ihtiyacının tanrıları ve dinleri yarattığını söylerler. Bir yaratıcının varlığına inananlar ise her şeyden önce o “anlam”ın var olduğunu ve o anlam üzre yaratıcı tarafından yaratıldığımızı ve bu dünyaya gönderildiğimizi söylerler.
“Anlam”ın her şeyden önce var olduğunu kabul ettikten sonra her şeyi anlamlandırmak mümkün…Ancak aslolanın “anlamsızlık” olduğunu, anlam arayışının saçma olduğunu, anlamın var olmadığını savunanlar için her şeyin boşlukta olması beklenirken onlar kaynağı belirsiz yerlerden anlamlar üreterek sevgiden bahsedebiliyorlar, aşktan bahsedebiliyorlar. Bu apaçık bir tutarsızlıktır. Öldükten sonra her şeyin biteceğini, sahip olduğumuz tek şey olan bedenimizin saprofitler tarafından yenip tüketileceğini iddia eden biri olsaydım şahsen hedonist olurdum, pragmatist, makyevelist olurdum, ilkesiz olurdum, içgüdülerimden başka kulak verdiğim hiçbir şey olmazdı. Madem ki ölünce her şey bitiyor, madem ki anlam anlamsızlıktadır ben öldükten sonra geri kalanlar neden beni ilgilendirsin ki? Vicdanım neden var ki, neden içim sızlıyor? Vicdan da elbette ki bu dünyada üretilmiş bir değer değil, merhamet de öyle… Ölünce her şeyin biteceğine inananların çocuklarını neden sevdiklerini anlamaları bu hesapla anlamsızdır. Sevmeleri anlamsız değildir neden sevdiklerini anlamaları anlamsızdır çünkü onlar kabul etmeseler de var olan şeyler vardırlar…. Çok sevdikleri yakınlarını kaybettiklerinde o yakını ile ilgisinin tamamen bittiğine inanmaları gerekirken bir gün bir yerlerde kavuşacaklarına inanmamaları da anlamsızdır. Maddeden başka şeylere anlam verebilen, değer verebilen birinin ölümden sonrasının olmadığını düşünmesi çelişkidir.
Bu arada “akıl” da bu dünyaya ait bir kavram olamaz, ithal bir kavram olmak zorunda. Geri geri geri gidince en son ulaştığım nokta aklın her şeyden önce var olması zorunluluğudur, kaynağının bu alem olmasının anlamsız oluşudur…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI
Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...
-
Made by Yiğit Özgür çok komik bir karikatür, güldüm ben de zaten. İyi. Yalnız delinin deliliğinde sorun var, ciddi sorulara rah...
-
sen istinye'de bekle ben buradayım içimde köpek gibi havlayan yalnızlığım belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git çünkü ben bu...
-
5-6 yıl evvelisi... O sıralar sıkça görüştüğüm biriyle konuşurken içinde “hissikablelvuku” geçen bir cümle kurmuştum. Gülerek “o ne be?...