Şöyle bir yazı, röportaj daha doğrusu:
http://www.posta.com.tr/iskender-savasir-askin-icinde-sevgi-ve-saygi-barinmaz-2016081
http://www.posta.com.tr/iskender-savasir-askin-icinde-sevgi-ve-saygi-barinmaz-2016081
Yazıyı böyle tane tane, sindire sindire okudum ve bir tv başı diyaloğunu anımsattı bana.
Birkaç edebiyat leşkerinin edebi edebi konuşmasını
izliyorduk, söz Üçüncü Şahsın Şiiri'ne geldi ve şiirdeki kıskançlıktan
konuşmaya başladılar, ben şaşırdım ve insiyaki olarak "o şiirde kıskançlık yok
ki" deyiverdim. "Nasıl yani?" sorusuyla karşılandı
tepkim...şöyle cevap verdim:
Şair o çöp gibi ipince oğlanı kıskanmıyor, o olmak
istiyor.
Kıskanmak bir şeyin başka birinin elinde değil de kendi
elinde olmasını istemektir. Kendi eline geçirme imkanı yoksa bu sefer de
"onda da olmasın" isteği ortaya çıkar, yoklukta eşit olalım
bari...hesabı. Hatta insanın canını asıl yakan kendinde olmaması değil de
başkasında olmasıdır.
Bu hesapla Attila İlhan o kızın çöp gibi oğlana ait değil
de kendine ait olmasını istiyor olması gerekir kıskanmanın oluşması için. Öyle
değil işte, şair bir şeyi ele geçirmek filan istemiyor, bizzat o oğlana
dönüşmek istiyor.
"beni sevmiyordun bilirdim"
O kız tarafından sevilen insan olmak istiyor şair, olduğu
kişi olmaktan rahatsız, başka birisi olmak istiyor... ve o kızın sevdiği bir
adama dönüşürse...daha değerli biri olmuş olacak.
Şairin rahatsızlık sebebi değersizlik hissidir, isteği ise
dönüşmek, değerliye dönüşmek.
Böyle aşklı meşkli on numara bir şiiri psikolojik
rahatsızlıkmış gibi ele almam rahatsız edici di mi? Rahatsızlık varsa iyidir.
İyi de aşkın kendisi marazi ki zaten, yazıda pek güzel
açıklanmış ki böyle gerçekten bir şeyler söyleyen dolu bir yazıya tesadüf etme
ihtimalimiz yüksek değil, bu kıyağımı da unutmayın.
Konuyla çok direkt ilgili değil ama kıskançlık bahsini
kapamadan şu muhteşem ötesi güzellikte beyti buraya iliştireyim de şiir tanrısının gönlünü
almış olurum belki:
Künc-i firkatte rakiba beni tenha sanma,
Künc-i firkatte rakiba beni tenha sanma,
Yar ger sende yatursa elemi bende yatur.
Bağdatlı Ruhi
(Ayrılık köşesinde beni yalnız sanma ey rakip, yar eğer
sende yatıyorsa elemi de bende yatıyor)
Yazı bana söyleyecek bir şey bırakmamış ama bir-iki
ekleme yapasım var.
Kendi olmaktan rahatsız olmayı doğrudan aşağılık kompleksi
gibi algılamak yaygın bir yanlıştır, insan denen canlının fabrika ayarları
kendi olmaktan rahatsız olmaya yöneliktir, rahatsız olacak ki
değişsin-değiştirsin-dönüşsün-dönüştürsün.
Eğer insanlar kendisi olmaktan rahat olsalardı... hala
sopanın ucuna taş bağlayıp hayvan avlamaya çabalıyor olurduk. Belki taşları
cilalamayı akıl etmiş de olabilirdik ama o kadar yani, fazlası olamazdı.
Tekerleği bulan kişi kendisi olmaktan rahatsız olduğu için buldu, Kutuplar'ı
böyle birisi keşfetti, bu binalar, cihazlar, sanat eserleri hep kendisi
olmaktan rahatsız, başka birisine dönüşmeye çalışan insanların eseridir. Eğer
insan arabaysa kendisi olmaktan rahatsız olmak benzindir, en büyük sermayemiz
rahatsızlığımızdır.
İnsanın içinde olması normal olanla psikolojik
rahatsızlık olan arasında ince bir çizgi var sadece, kendisi olmaktan rahatsız
olmak kimseyi anormal yapmaz ancak bu durumun abartılı bir hal alması ve yanlış
şeyler üzerine yapılanmasını psikolojik bir rahatsızlık olarak mütalaa edebiliriz.
Aşkın kimyasının marazi olmasındaki asıl sebep muhatabın
yanlışlığı...
Bir parçanın, başka bir parçayla birleşerek bütün olacağını
sanmasındaki hatadır marazın sebebi... iki damlanın birleşince okyanus
olacaklarını sanması gibi. Aşk, damlanın okyanusa kavuşarak-karışarak kaybolma
isteğinin ifadesidir, kendi gibi bir başka damlayla olacak iş midir vuslat?
İki damlanın okyanus edeceği sanrısı hiç ölmeyeceğini
sanma sanrısıyla aynıdır... sonlu bir hayatın içine sonsuzlu anlamlar sığdırma telaşı bütün
sanrılarımıza kaynaklık eden temel sanrımızdır.
Ayrıca... iki damla su birbirlerinin neredeyse aynıdır
ama insan insana benzemez... bu benzemezliğin inkarını da yazı çok güzel
anlatmış.
Kendi olarak sana gelen,
sana gereksinimi olmadan seni isteyen,
sensiz de olabilecekken senin ile olmayı seçen,
kendi olmasını seninle olmaya bağlatan.
O işte.
Oruç Aruoba
Aruoba'nın tarif ettiği aşk mıdır? Değil.
Sende işine yarar bir şeyler var ise "seni
seviyorum" diyen insanlara tiksintisi yazdırmış bu sözleri Aruoba'ya bence,
sadece kendisi olduğu için sevilmek ve değer görmek istiyor.
Çok makulmüş gibi görünen bu istek aslında karşılanması
imkansıza yakın bir istektir. Bir önce yazdığım Brooklyn'de Orospuluk yazısı
tam da bunu anlatıyordu, sana gülümseyenler sende olan bir şeyleri kendisi için
istiyor, "benim için neyin var" sorusu hep ilk sırada, seni
"seni seviyorum"larla bağlayarak alacaklarını garanti altına almaya çalışıyorlar
ve mevzuya böyle röntgenle bakınca Aruoba'nın tiksintisini paylaşmamak
imkansız.
Aruoba'nın tarif ettiği şey aşk değil kabul görmektir... insanın en
temel ihtiyacıdır.
"Şunu elde edersem beni daha kolay kabul
ederler" ya da "bunları edinirsem daha yüksek kişilerden kabul
görürüm" düşüncesi ile diploma sahibi oluyor insanlar... Mercedes sahibi, makam
sahibi oluyorlar... ya da enstrüman çalmayı bilen insana dönüşüyorlar, üç dil bilen
insana, kuantum fiziği hakkında konuşabilen insana... Güney Kutbu'nu keşfetmiş
insana, radyoyu icat etmiş insana vs.
Tüm bunları itibar görmek için yaptığını düşünürüz
insanın ama "kabul görmek" daha doğru bir ifade. En doğru ifade de "akreditasyon"
Bu yabancı kelimeyi çok gerekli olmasaydı kullanmazdım
ama duruma en en uygun kelime budur.
Akreditasyon demek "herkes değil ama sen
girebilirsin" demektir. Başkalarından bir farkın olur yani, havalı bir
durumdur. İnsanın kendisini değerli hissetmesi akreditasyonel tatminlerden başka
bir şey değildir aslında.
Erkeklerin seksi skor telaşına dönüştürmesi buna güzel
örnektir. Kadın, başkalarına vermediği izni sana vermiştir, bu izni koparan
erkek değerli-özel hisseder, akredite olmuş hisseder. Ve işi bitince arkasını
dönüp uyur ya da giyinir gider...kale fethedilmiştir, aynı izni birden fazla kez
kullanmanın çok da matah bir anlamı yoktur. Bu yüzden seksle skor telaşını
karıştırmamak gerekir, seks hayatın başlangıcıdır, mucizelere gebe çok güzel
bir şeydir fakat skor telaşı hastalıktır, geçici bir süre için değersizlik
hissinden kurtulmaya dair boktan bir ağrı kesici haptan başka bir şey değildir.
İnsanların siyasi görüşleri sandıkları
şeyler...tuttukları partiler...uzun uzun tartışmalar... hep bitmez bir akreditasyon
talebinin ifadesi aslında.
İnsan sürekli haklı çıkmaya çalışan ve haklılığını göze
sokan hayvandır.
Hep akreditasyon işte bunlar, gerçekten siyasi bir görüşe
sahip insanların oranı % 1 ya vardır ya yoktur. (Yoktur)
Aidiyet duygusu ve akredite olma telaşı olmasaydı çok çok
az kişi siyaset konuşuyor olurdu.
İnsanın kayıtsız-şartsız kabul ve değer gördüğü...akredite
olduğu...hiçbir şey yapmak zorunda olmadan elde ettiği... ve % 100 gerçek sevgiyle
sarmalandığı tek durum muhtemelen annesinden gördüğüdür ama o da çantada keklik
bir sevgi olduğu için görmezden gelinir. İnsanın sevgilisinde annesini-babasını
araması tuhaf di mi? Belki.
Buralarda bir yerlerde bağlamam gerekiyor da... bağlamak
zorunda mıyım? Özetle:
Aşk hastalıklı bir şeydir ve hastalıklı olması
normaldir... asıl büyük hastalar hasta olamayan lüzumsuzca gürbüz olanlardır ki
bunlara "gömülmesi unutulmuş ölüler" demek çok da yanlış olmaz. Madem
hasta olmayacaktın niye geldin ki dünyaya di mi?
Sahi ya... niye geldik?