27 Mayıs 2011 Cuma

TÜRBAN

“Türban” 1985-86’lı yıllardan itibaren evrilerek çokça kullandığımız kelimeler arasına girmiş bir kelimedir. O yıllarda  “türban sorunu” diye bir sorunumuz yoktan var olmuştur.

“Türban” sadece saçı sıkı sıkı kapatan, kafaya yapıştırılmış elastik bir şapka şeklindeki aksesuara deniyordu o yıllardan önce. Kullanım amacı örtünmekten ziyade estetik sebeplere dayanan bu aksesuardı, genelde “İstanbul hanımefendisi” diyebileceğimiz kibar, görgülü hanımlar tarafından kullanılırdı. Döpiyesin tamamlayacısı bir aksesuar gibi düşünmek  de mümkün türbanı.

Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olarak etkin olduğu yıllarda “kızların başlarını örterek üniversiteye girmesinin yasaklanması” meselesi kısaca “türban sorunu” olarak adlandırıldı. Örtülü üniversiteli kızlar anneleri gibi bağlamıyorlardı başlarını, örtülerini daha hacimli görünecek şekilde ve iğneler kullanarak başlarına sabitliyorlardı. O yıllara kadar “tesettür maksatlı örtü” ye kısaca “baş örtüsü” denirken neden birden “türban” denmeye başlandığını anlamamıştım, hala anlamış değilim ama tahminlerim var. Bu arada başörtüsünün "yeni moda" şekliyle iğnelerle bağlanması "türban sorunu"nun ortaya çıkışından eskidir, yani iğnelerle sabitlenmeye başlandığı için çıkmadı türban sorunu.

İlk tahminim kibar cumhurbaşkanımızın “başörtüsü” kelimesini fazla avami bularak “daha kibar!” bir kelime olan “türban”ı kullanmayı tercih etmiş olmasıdır. Bu son derece mümkün, cumhurbaşkanlığı’ndan askeri yazışma diliyle yazılmış bir evrakta (talimat, basın açıklaması gibi) kullanılan kelimenin “türban” olması basının artık bu kelimeyi kullanmasına sebep olmuş olabilir, basın kullandıktan sonra da yaygınlaşmıştır.

İkinci tahminim de “başörtü” denince ülke kadınlarının yarısından fazlasını kastediyor olmak sakıncalı görüldüğü için bu kadınların içinden “geleneksel” olanlarını ayıklayıp sadece daha modern görünümlü başı kapalı kızların söz konusu ediliyor olması için bir “başörtüsü-türban” ayrımına gidilerek sayıları daha kalabalık olan başörtülü kadınlara cephe alınmamış olmasının bu şekilde sağlanmış olmasıdır. Nitekim çok sonraları “orduevlerine başörtlüler girebilir ancak türbanlılar giremez” şeklinde bir kaide söz konusu olmuş ancak başörtüsü ile türbanın farklılıkları belirsiz olduğu için pratikte işlevsiz olarak ölü doğmuştur bu kaide.

İlk ihtimal doğru olup daha sonraları türbanın siyasi bir simge olduğunu vurgulamak amacı ile başörtüsünden çok farklı olduğu da dillendirilmiş olabilir.

Kimin ne dediği bellidir. Belirsiz olan kimin neyi neden dediğidir. Bu yazının ilgi alanı tamamen “neden”e yöneliktir.

Bu ülkede kökleri Tanzimat döneminde (1839’lar) aranması gereken bir “ilericilik, modernlik, aydınlık” akımı vardır ve bu akım 1923’ten sonra resmi ideoloji halini almıştır. Rönesans döneminin kilise dogmalarına açtığı savaşta başarılı olan “bilimciler”inin bayraktarlığını yaptığı bu akım Fransız ihtilali ile sosyal-siyasi anlamlar ifade etmeye başlamış ve Avrupa üzerinden dünyaya yayılan değişim rüzgarları gecikmeli olarak Osmanlı’ya da  uğramış, “ilericilik” mi “batıcılık” mı olduğu çok da belli olmayan bir şekilde Osmanlı üzerinde etkilerini giderek arttırmıştır. Hasta adamın vefatının ardından kurulan Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilkeleri de kökleri Rönesans’a dayanan avrupai akımlardan apartmadır.

Bu arada; Fransız İhtilali dünyanın gelmiş geçmiş en önemli olayı sayılmaktadır ve bana göre aslında iki tane Fransız ihtilali vardır.

Fransızların 1789’da ihtilal şeklinde ortaya koydukları ilkeler 1776’da İngilizler’le yaptıkları savaşı kazanarak bağımsızlığını ilan etmiş olan Birleşik Amerika’nın kuruluş ilkeleriyle aynı gibidir. Yani birbiriyle çok da bağlantılı olmayan iki olay vardır, birinde ihtilal şeklinde bir takım ilkeler ortaya konarak değişim başlamış, diğerinde de “değişmiş olarak başlamak” söz konusu olmuştur. Ancak o sıralarda dünya siyaseti üzerinde etkisi olmayan bir devlet olan Birleşik Amerika’nın kuruluşu pek önemli bir olay değilken Avrupa’nın göbeğindeki Fransa’da olan ihtilal dünya tarihinin en önemli olayıdır.

Neticede köklerini farklı kıtalarda arayıp bulabileceğimiz “aydınlanma, değişim, kişi hak ve özgürlükleri vs.” fikirlerini “akılcılık” şeklinde bir araya toplayıp bu akılcılığın karşısına dogmatizmi koymak mümkündür. “Akılcılık”ın merkantalizmle ilişkisi fazla derin bir konu ve konumuz değil. Bizim konumuz kaynağından bize gecikmeli ve tahrif edilmiş olarak gelen bu akılcılığın seçilmiş aydınlarımız tarafından izahlı halini kabule zorlanan Osmanlı ve Türkiye vatandaşlarıdır.

İnsan tabiatına uygun şekilde değişim de elbette ki içeriksel değil de biçimsel olarak algılanmaya ve uygulanmaya mahkumdur. En başından beri etkili olan fikir değil slogandı, öz değil biçimdi. Bu sadece bizim için değil bütün dünya için böyledir ve düşünsel zaafiyet arttıkça biçime yöneliş-biçimde kalış artar, zarf mazrufun önüne geçer, liyakat değil diploma önemli olur hatta etiketler tek belirleyici olur.

Kronolojik olarak devam etmek hem yazıyı aşırı uzatır hem de buna yetkinliğim olduğunu sanmıyorum, kaynağı belirtmiş olmak benim için yeterli.

Gözden kaçırılmaması gereken şey akımların Avrupa’dan Türkler’e gelmesi nasıl gecikmeli ise Türkler içinde yaygınlaşması ve kabulü de gecikmelidir. Daha Tanzimat döneminde iken Avrupalılar gibi yaşayan Türkler var iken hala Avrupalıya asla benzemeyen Türkler de vardır. İstanbul ile doğu illeri arasında, kent ile köy arasında yüksek fark hep vardı, hala vardır. Hatta akımların yayılması çok zaman tersine dönmüş ve içinde bulunduğumuz zaman içinde kategorize edilemez gerçeklerin varlığı söz konusu olmuştur. Meselenin bir de kaderci doğu–rasyonel batı boyutu var ki içine girilirse çıkılamaz bir konu…

Cumhuriyet kuşağı denen kuşağı iki kutuplu düşünmek mümkün. Gelenekleri ve dini tabu edinmiş gerici kutup ile ilericiliği ve batıcılığı “tabu edinmiş” ilerici kutuptan bahsedebiliriz kolaylıkla.

İlericilerin gözü bu dünyaya yöneliktir, bilim ne derse doğrudur, bir insan batılı hemcinslerine benzemeli, Türkiye de batı dünyası içinde yerini almalı, bir Avrupa devleti olmalıdır. Gericiler eğitilmeli, “kazandırılmış eski gericiler” olarak toplumda yerlerini almalı ve Türkiye’yi  çağdaş batıya karşı rezil etmeleri bu şekilde engellenmelidir.

Meselenin patladığı yer tam burasıdır.

Batılılaşma evrimini tamamlamış “modern türk” modernliğini hissedebilmek için çevresinde modern olamamış, kendisi tarafından eğitilmeyi bekleyen insanlar görme arzusundadır. Tuhaf gibi görünen ama çok insani bir arzudur bu, daha doğrusu insani zaaflarla donatılmış bir arzu.

Üniversite mezunu, konuşmasını bilen, sosyal, fikirleri olan, “kültürlü” kadının evine temizliğe gelen cahil başörtülü kadın fotoğrafı son derece normal hatta olması gerekendir. Ama o başörtülü kadın da gider üniversiteden mezun olursa modern kadın modernliğini nasıl hissedecek? Üniversiteden mezun olarak gözünü bu dünyaya dikmiş kadının bir de başını kapatarak öteki dünyaya da göz dikmesi modern kadın için affedilmez bir haksızlıktır!

Beri yandan gençlere hep ilgi çekici gelmiş olan “aykırılık” meselesinden dolayı bu günkü adıyla “türban” son derece ilgi çekicidir. Kim “türbanla giremezsin” komutuna karşı geliyor olmanın çekiciliğine itiraz edebilir? Başlangıçta ne yapacağını bilmez yalnız mağdurlar olan türbanlı kızların giderek azınlık psikolojisi içinde yakınlaşmalarından, yazılı olmayan manifestolara imzalar atmalarından ve aykırılıklarının cazibesinden dolayı sayılarının artmasından daha tabii ne olabilir ki? Onlara militan gibi davranıldı ve militanlık bir genç için çok zevkli bir şeydir!!! İnancım odur ki bu ötekileştirme tavrı sona ererse, türbanlılara azınlıkmış gibi davranılmazsa bir çok kız başını açacaktır.

Türbanı siyasi simge olmakla suçlayanlar türbanın bir “asilik simgesi” olmasına sebep oldular, asi olmak da çekicidir.

Bu arada siyasi kısmı da var işin aslında…İran’dan bahsedilir sıklıkla. Saçmadır. Münferit desteklemeler olmuş olabilir ancak ihracatının % 90’ından fazlası petrole dayanan ve petrolü olmasa direkt aç kalacak güçsüz ve şii İran’ın başka bir ülkede, sünni kızlar arasında bu kadar geniş bir etki yaratması mümkün olabilmekten çok uzaktır. Ayrıca İran Osmanlı’nın en çok savaş yaptığı ülkedir (en çoklarından biri değil, en çok, 1 numara), Osmanlı’yı çok uğraştırmış ve zararlar vermiştir, bu savaşların kökeninde de şii-sünni meselesi vardır. Yani bu toprakların dokusuyla asla uyuşamayacak bir dokuya sahiptir İran. Ancak yeşil kuşak, bop vs. meselerinin türbanla ilişkisi bence vardır ama ne şekilde nasıldır bilmiyorum. Ancak olay bana göre en çok “bireyselleşme, anti kadercilik” akımının Türkiye içinde yayılımıyla ilgilidir, sosyal bir olaydır, en çok dış kaynakların falan değil iç dinamiklerin etkisi altındadır. Bununla birlikte “daha erken modernleşmiş kutup” olayı doğru okumak istememekte, inkar etmenin rehavetinde kaybolmayı yeğlemektedir.

Bu yazı hiç de “efradını cami ağyarını mani” olmadı, hatta sadece “olmadı” desek de olur, toparlayamadım…Dursun böyle şimdilik, düzeltirim belki ileride, yazdık o kadar yazık yani:p

23 Mayıs 2011 Pazartesi

YALAN YANMIŞ YEŞİL OTOBÜS



-          29A geçti mi?
-          Evet.
-          Ne zaman?
-          Az önce, 5 dakika olmamıştır.
-          29B peki?
-          Görmedim, geçmedi sanırım.
-          29C ?
-          Alfabeyi mi sayıyorsun?
-          Ya yok öyle değil de…Hangi harfe kadar bu 29’lar?
-          Nereye gideceksin?
-          Bilsem...
-          Bilsen???
-          Ya aslında şöyle şimdi…
-          Nasıl?
-          ………………
-          Bak nereye gitmek istediğinden emin değilsen gelen ilk otobüs senin otobüsündür.
-          Tamam da aynı hesapla benim otobüsüm hiç gelmeyecek demektir!
-          Kesinlikle:) peki nereye gitmek istemediğini biliyor musun?
-          Elbette biliyorum.
-          Nereler oralar?
-          Ya bilmiyorum, böyle sorunca söyleyemem ama gitmek istemediğim yere gidersem oranın gitmek istemediğim yer olduğunu anlarım, o zaman söyleyebilirim ancak.
-          Pek işlevsel bir plan değil gibi…
-          İşlevsel olmak zorunda mı?
-          Evet, en azından geçer not alacak kadar, teori tek başına bakkaldan ekmek arası peynir almaya bile yetmez…Peki baştan alalım. Şimdi; bir yere gitmek istiyorsun değil mi?
-          Evet.
-          En azından bundan emin olman güzel. Yani buradan ayrılmak istiyorsun, yani başka bir yerde olsaydın burası senin gitmek istemediğin yerlerden olacaktı, buraya geldin ve buranın “gitmek istemediğin yerler”den olduğuna karar verdin. Buraya kadar sorun var mı?
-          Yok galiba…Ama ben hep buradaydım aslında.
-          !!! Bunca zaman sonra seni harekete geçiren ne peki?
-          “Harekete geçmek için neden bu kadar bekledin?” diye de sorabilirdin.
-          Evet haklısın. Her iki soruyu birleştirerek “değişen ne?” diye soruyorum o zaman.
-          Zaman.
-          Zaman?
-          Evet…Dakikalar, günler falan ilerledi işte.
-          Ve sırf bu yüzden artık gitmelisin öyle mi?
-          Ancak gittikten sonra yanıt verebilirim bu soruya.
-          Gittikten sonra tekrar buraya dönmek de isteyebilirsin yani.
-          Evet…sanırım bunca zaman harekete geçmemiş olmamın sebebi geri dönmeyi isteme ihtimalimdir. Şimdi harekete geçmeyi istiyor oluşumun sebebi de geri dönmemin mümkün oluşudur.
-          Geri dönmek mümkünse gitmek mi lazım yani?
-          Beynim dolaşık  yumak gibi…Şu otobüs bir gelseydi hayırlısıyla…O zaman daha işe yarar cevaplar da verebilirim belki.
-          Bak…Belki de mesele gitmek değil de yol almaktır. Aslolan varılacak yer değil gidilen yoldur belki de, ne dersin?
-          3. sınıf kişisel gelişim klişesi. Mutluluk falan diye de getirirsin şimdi sen arkasını! Varılacak bir yer yoksa gitmek istemez ki insan.
-          Yardımcı olmak isterdim sana ama mümkün değil sanırım, söyleyecek bir şeyim kalmadı. Belki “hangi otobüs?” sorusunun yanıtı otobüsün kendisinde saklıdır, otobüslerden biri binmek gerekenin kendisi olduğuna dair bir işaret verir sana. Olursa güzel olur bu.
-          Evet bak bu çok güzel…Gelen ilk yeşil otobüse bineceğim o zaman ben de.
-          Bu şehirdeki bütün otobüsler kırmızıdır ama.
-      Tüh yanlış şehirdeyim desene!! Gelmeyen ilk otobüse binerim o zaman ben de.
-    O otobüs gelmez ki.
-    Haklısın.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

BEN TAM YAŞAMAYA BAŞLADIĞIM ZAMAN

Taşımakta zorlandığı yükünü taşıyarak yaşayan adamın iki umudu vardır…Biri yükünden kurtulmak, diğeri yüküne alışmak. İkisinden birinin olmasını beklemektedir…

Tam o esnada beklemeye başlıyor ya da başlamayı bekliyordur. Her şey bilinmeyen bir vakte düğümlüdür. Ne o vaktin hangi vakit olduğu ne de o vaktin gelip gelmeyeceği bilinmektedir.

Bilinmezlikse tastamam bir gerçekliğe yükümlüdür.

Her şey gerçek, her şey bilinmeyen ve her şey düğümlüdür.

Birbirlerine boğazlarından düğümlü bir çok gerçeklik, “dünya zebanisi” kadrosuyla dünyanın olacak/olmayacak bir çok yerine atılmış/atanmış olduğundan bir türlü düşük olmayan bir cümle kurmayı başaramayan adam (adamlığı şüpheli ve son derece şüpheci birisi) cümlelerinden melalini düşürememekten  muzdariptir  ve bizzat cümlelerinden düşmeye de hüküm  giymiştir. Hüküm süresizdir, daha doğrusu süresi belirsizdir ama “daha doğrusu”ndan bahsedebilmek için önce “doğru”nun tarif edilme mecburiyeti adamı susmaya zorlayan zebaninin ta kendisidir.

Adamın beklemeleri-başlamaları konusunda kesinliği belirli bir “tam o esna”nın var olup olmadığı da kesinlikle belirsizdir, adam çok fazla sayıda “esna”nın aynı esnada saldırması ihtimalinden tedirgindir ve bu tedirginlik olsa olsa bir başka gerçeklik zebanisidir.

Simitlerini satmaya çalışan simitçi “simiiit” diye bağırırken yaşı geçmeden güzelliğini değerlendirmek telaşındaki güzel kız dekoltesinin en vurucu ayarını bulmakla meşguldür, baldırı tabi ki çıplaktır ve bu çıplaklık göğüslerinden de bir parça göstermesine mani değildir…elbette ki değildir. Ve egosunu bir türlü doyuramamış çok fazla sayıda ve çeşitte bir çok insan  övünür gibi kendilerini savunmakta, kendini savunur gibi övünmektedirler. Yani zaman herkesin bildiği türden bir “bir dakika eşittir altmış saniye” şeklindedir.

Beklemenin bitmesinin ya da bitmenin başlamasının (başlamanın başlaması da olur) hangi saniyeye denk düşeceği ya da o denk düşmeye denk düşecek bir saniyenin olup olmayacağının belirsizliği bir yandan oraya buraya umut ateşleri  saçarken diğer yandan atılan ateşler lüzumsuz yangınlar çıkartmaktadır. Ve herkesin de bildiği gibi ormanlar yurdumuzun akciğerleridir ve ciğeri yanan birisinin ciğeri ancak kendiliğinden sönebilmektedir.Gözyaşlarının yangın söndürmek konusundaki kifayetsizliği de yine herkesin bildiğidir.

Haberler’de başbakan muhalefet liderlerine, muhalefet liderleri başbakana yüklenmekte ve hepsi aynı anda diğerinin bozuk üslubundan yakınmaktadır. Yani bir dakika gerçekten altmış saniyedir, herkesin üzerine rahatlıkla yemin edebileceği türden bir altmış saniyedir, “gerçek  bir dakikalar” ve “gerçek bir saniyeler”in varlığı gerçekten de gerçektir ve yalan yere yemin edenler de etmeyenler gibi her an çarpılma riskiyle göz gözedir.  Gerçekten çarpılanların dakikaları da altmış saniyedir ve “şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir, müptela-i gama sor kim geceler kaç saat” türünden yaklaşımlar laf ebeliği, lüzumsuz feminenlik hatta kısaca lüzumsuzluk olarak değerlendirilmektedir. Yelda ise bir bayan isminden başka hiçbir şeydir.

Üşüten soğukların sebep olduğu şikayetlerin yerini bunaltan sıcaklardan şikayet etmeler almakta ve bunalan insanlar aynı zamanda şikayetçilikten de şikayetçi olmaktadır.

Uzmanlar nereye gittikleri bilinmeyen saniyelerin nereye gittiklerini henüz açıklamamış olmakla birlikte bu  gidişlerin kontrol altında olduğunu ısrarla belirtmekte ve halktan sakin olmasını önemle rica etmektedir.

Gün ışığı almayan çift pencereli odamdaki dikdörtgen saatin eli kanlı saniye sayanının dairesel bir yörünge çizerek içimdeki ve dışımdaki bir çok şeyi öldürmesini büyük bir sükunetle  izliyorum…ve bekliyorum.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

GECE-GÜNDÜZ

Gece belirsizliğin berraklığıdır. Gündüzse berraklığın belirsizliği.
Gece kucaklar. Gündüz hep düzeltme çabasındadır.
Gece parmaklarıyla duymaktır, gündüz duyduğunu inkar etmek.
Gece karanlıkta öpüşmek, gündüz porno film seyretmektir.
Gece iltifat etmek için sebep aramaz. Gündüzün sorularından iltifata sıra gelmez.
Gece yanılmaktır, gündüz yanıldığını anlamak.
Gece akmaktır, gündüz çarpmak.
Gecenin yalanları gerçektir, gündüzün gerçekleriyse yalan bile değildir.
Aklın köpekleri gece bağlıdır, gündüz serbest.
Gece pişman olunacak şeyleri yapmak içindir, gündüzse pişman olmak için. Gece suçtur, gündüz ceza.
Gecenin kafası güzeldir ve gülümser, gündüz sırıtmıyorsa suratı asıktır…ve ölümüne ayıktır.
Gece şefkatini değersizlerden esirgemez, gündüz değerleri belirler.
Gece kendine, gündüz eşyaya karışmanın vaktidir.
Gece şekilsiz macun gibidir, gündüz plastikten oyuncak.
Gece öksüzdür, gündüz orospu çocuğu.
Gece yalanlara yakıştırır, gündüz gerçeklerle sıkıştırır.
Gündüz vaat eder, gece verir.
Gece adisyona bakmadan hesabı ödemeye hazırdır, gündüz adisyonu yazandır.
Gece içten kopmuş melodidir, gündüzse beyaz sayfayı kirletmiş nota işaretleri.
Gece bilmeden bilmektir, gündüz bilmediğini anlamak.
Gece Haşim’dir, gündüzün şiiri yoktur.

1 Mayıs 2011 Pazar

MELANKOMİK NOTLAR 10

“İlahi adalet” ifadesinde hata var, fazladan kelime kullanılmış . Adalet ancak ilahi yollardan tecelli etmesi mümkün bir şey çünkü, insan elinden çıkmış olanı asla tam-tamam olamaz, kusurlu olmaya mahkum hep…ve adaletin en temel niteliği de kusursuz olmak zorunda oluşu…ve kusurlu elden kusursuz iş çıkmaz. Quantum fiziği de şahidimdir.

Öyle ser-mestem ki idrak etmezem dünya nedir.
Ben kimem, saki olan kimdir, mey-i sahba nedir
?
Sersem gibiyim, sanırım arabanın camı açıkken çok fazla yol yaptığım için böyleyim. Ya da temiz hava çarptı bilemiyorum ama bi tuhaflık  var üzerimde. Belki de balık dokunmuştur. Aklıma geldi yazdım işte, derinde sebep aramak lüzumsuz:)


Bu ülkede okurdan çok yazar var. Kelle sayısınca filozofa sahibiz ama filozofumuz yok!

İnsani adaleti çok fazla hakir görmüşüm yahu! Varlık sebebi var olma mecburiyeti bir kere ki sırf bu sebep bile kınanmasına engeldir. Bir dünya da korumacı faydası var hem, rasyonel bişi. Köpek soyu gibi ancak şartlı refleksle öğrenebilen insan soyunu insani adaletten mahrum bırakmasın yegane ilah.

Bloglar açıldı nihayet, şükür çok.


Bir egodan daha fazla gürültü çıkartan şey kompleksli bir egodur.


Terk etmekte atılmış bir gol hissi var ama aslında o bir kabullenilmiş mağlubiyetten başka bir şey değil.

Villapark’mış adı, okey oynadım orda bu gün…tuhaftı.

Gecenin zalim, aptal, düşkün, ahlaksız, yalnız, mutlu, zeki, şüphede, emin vs. ayrımı yapmadan istisnasız kucaklamaları varken gerçekleri soktuğu gözleri kör eden sabaha bu iltifat niye?

“Bitmek” hem türemek hem de sona ermek manasına geliyor:) Bittikçe başlar yani. Zeki ironi diye buna derim.  

17 milyon renk var ve siyah onlardan biri değil, renk değil çünkü.

Ağaçların köklerini görebilseydik (x ışınlı gözlerimiz olsaydı yani, ya da y,z ne bileyim) ürperirdik, ürkerdik. Aynı ışınlarla insan beyinlerindeki mezarları görmekse korkunç olurdu, buna dayanamazdık.

Melankomik notmuş...yalanını yiyim:)

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...